Zaman Bahsi Üzerine Bir Deneme

“Zaman Nedir?” Bahsi

Zaman nedir? Bir nehir gibi tek yöne doğru, ileriye doğru akan bir şey… Genel olarak “zaman” kavramına atfettiğimiz tanım budur. Lâkin âlemde durmadan birşeyler kımıldarken, aslında her daim iç içe olduğumuz “zaman” kavramını bu kadar basite indirgemek ne kadar doğru sorusuyla da karşı karşıya kalmamak elde değildir. Zaman gerçekten yalnızca geleceğe doğru mu akar? Henüz yaşanmamış olaylara “gelecek” adını veren ve “zaman”ı yaşanmış olanla henüz yaşanmamış olan arasında geçişi sağlayan bir köprü olarak tanımlayan kim? Bu tanımları veren biziz ve her yeni keşfin getirdiği hayret verici, büyüleyici sonuçlar, bu hükümleri koymakta fazlasıyla “eksik” olduğumuzu gözler önüne seriyor. Klâsik Fizikte zaman, evrendeki herşey gibi, kesin ve net. Herkes için zaman aynı ve sabit. Ancak Kuantum Fiziğine gelindiğinde, durum öyle bir hâl alıyor ki, insan “ben nerede yaşıyorum?” sorusunu sormadan edemiyor. Kuantum Fiziğine baktığımızda, öne sürdüğü fikirler bizde âdeta herşeye nüfuz etmiş bir “ruh” olduğu hissini uyandırıyor. Zaman, uzayla-mekânla ortak bir “şey” paylaşır hâle geliyor. Hareket etmeyen, yerinde duran bir adamın zamanı, hareket hâline geçtiğinde uzayla bir “şey” paylaşacak ve hareket artarken zaman bu paylaşımdan dolayı yavaşlayacaktır. Yani aslında duran bir adama baktığımızda biz, onun zamanının hızlı aktığını görürken; hareket halindeki birinin zamanının daha yavaş aktığını göreceğiz kendi perspektifimize göre. “Zaman hareket eden insan için daha yavaş akıyor…” Zaman benim hareketime bağlı olarak değişiyorsa, o halde ben ona “zaman”  mı demeliyim, yoksa “benim zamanım” mı demeliyim? Ve şunu da söylemek gerekir ki, biz zamanın derinine inme çabasına girmezden evvel, o tekdüze akan bir kavram olarak biliniyordu. Ancak Einstein geldi ve onu daha derinden inceleme iştiyakıyla, zamanın hiç de tekdüze olmadığını gördü. Zamanın birisi için yavaşlarken diğeri için hızlandığını farketti. Âdeta zaman incelendiği, gözlendiği, hakkında merak uyandığı için “hâl” değiştirdi, sabit ve ileriye doğru akan bir şey olmadığını gösterdi, tıpkı elektronlar gibi. Elektronların hareketi bir gözlemci tarafından incelendiğinde, beklediğimiz gibi, olması gerektiğini düşündüğümüz şekilde, parçacık gibi davrandı. Ancak onu incelemediğimizde, bizi şaşırtacak şekilde dalga gibi davrandı. İki delikli bir düzenekten geçirdiğimizde birinden birini seçmesini, parçacık gibi davranmasını beklerken; elektron, adeta gözlenmediğini zannederek iki delikten de aynı anda geçti!

“Kuantum fizikçilerinin hayranlığını anlamak zor değildir. Fizikçilerin atomlardan oluşan şeylerin iç derinliklerinde buldukları o yeni ve garib dünya, yeni kıta keşiflerinden çok daha büyüleyiciydi. Bu kadar heyecan uyandırmasının sebebi ise, bu yeni dünyayla ilgili her şeyin geçerli mantık ve sağduyuya ters düşmekte olmasıydı. Burası tabiî dünyanın bir uzantısı değil de, sanki büyü yoluyla yönetilen bir ülkeydi; “mistik güçlerin geçerli olduğu ve mantıkî olan her şeyin uyuya kaldığı”, bir “Alice’nin Harikalar Dünyası’ idi. (…) Meselâ çoğumuz için elektron ufak bir küre veya fırıl fırıl dönen bir havalı tüfek saçmasıdır; ama bilinen gerçekliğin sınırlarını hiçbir şey aşamaz. Ancak bir elektron bazen yoğun ve ufak bir parçacıkmış gibi davranırsa da, fizikçiler aslında onun kelimenin tam anlamıyla hiçbir buuda sahip olmadığını görmüşlerdir.  Bu, bizim günlük hayat algılayışımız içinde hayâl bile edilemeyecek birşeydir; çünkü bizim varlık görüşümüz içinde herşeyin buudları vardır.(…) Böyle bir “kuantum” topunu yuvarlayacak olursanız, top ona baktığınız süre içinde tek bir çizgi çizerek ilerleyecektir. Ama o ilerlerken gözlerinizi kırpacak olursanız, kendisine bakmadığınız o iki saniye içinde topun düz bir çizgi değil de, bir çöl yılanının kum üzerinde yan yan ilerlerken bıraktığı orak biçimli dalgalara benzer izler bırakmış olduğunu görürsünüz. (Hayyat:Yılanlar… Hayyat: Terzi… Hayat: Diri)” [1]

Zaman da tıpkı elektron gibi davranmıyor mu? Düşündüğümüzde karmaşık, ama düşünmediğimizde kendimizi akışına bırakmış vaziyetteyiz zamanın… Zamanı düşündüğümüzde, irdelediğimizde ruhu olan bir canlıymış gibi görmemizin asıl sebebi biziz belki de… Nitekim biz biliyoruz ki “Âlemde hiçbir şey yoktur ki insanda ondan bir iz olmasın.” “Dokunduğunu canlı kılma keyfiyeti” dediğimizde ise aklımıza şu Samiri’nin Buzağısı bahsi geliyor. Şeyh-i Ekber’den iktibasla; “İbni Abbas şöyle der: “Cebrail, yeryüzünün hangi parçasına dokunursa dokunsun, o parça hayat bulur.” Bu nedenle Sâmiri, Musa’ya gelişinde tanıdığı Cebrail’in ayak izinden bir tutam almıştı. Sâmiri, Cebrail’in bastığı yerin ve dokunduğu şeylerin canlanacağını biliyordu. Böylece peygamberin izinden bir tutam almış, onu yapmış olduğu buzağıya atmış, böylece buzağı canlanmış. Bu durum, şeytanın Sâmiri’nin nefsine aktardığı bir bilgiydi. Çünkü şeytan, ruhların konumunu biliyordu. Böylece Sâmiri, içinde bu gücü bulmuş, onun İblis’in ilkası olduğunu anlamamış ve şöyle demiş: “İşte nefsim bunu bana böyle süslemiştir.” İblis ise içinde Allah’a ortak koşma inancı bulunduğu için Sâmiri’yi saptırma hırsından yapmıştır.”[2] İnsan, düşündüğü, hadiselerin derinlerine indiği, eşyanın hakikatini görme cehdine girdiği an, eşya ve hadiseler adetâ ruh’u varmış gibi hareket ediyor ve İnsan’a kendini gösteriyor. Ve bu açıdan da zaman aslında “benim zamanım”, bir başkasının ki “onun zamanı”. Bu noktada “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir” hâkikati akıllara gelmeli!.. Peki ya “zamanın gâyesi”?..

“Ve içinde gaye ve dava memuru insanoğlunun yaradılışından o güne değin hiçbir ferdine nasib olmamış derinlik ve yükseklikte şu cümle vardır:

-İşte zaman yaratıldı yaratılalı devrini yapa yapa nihayet gaye noktasına erişti. Zaman ve mekan emrime verildi ve siz bu sırra riayetiniz nisbetinde mekanı döşeyecek ve zamanı işleteceksiniz. Resul olduğuma inanıyor fakat memuriyetimi anlayabiliyor musunuz?” [3]

Topyekûn Zaman ve Mekânın sahibi’nin, Allah’ın Resûlü’nün, memuriyetini ve o memuriyetin de bizi “memur” ettiği, eşya ve hadiseleri teshir vazifesini anlarsak işte o zaman “zamanın gayesi”nden muradın ne olduğunu daha iyi “hissedebiliriz”. Çünkü zaman da O’nun uğruna akıyor ve O’na doğru akıyor. “Alemde bir şey kımıldıyor”. Kımıldayan O’nun için kımıldıyor, O’nun inşâ ettiği “topluluk hakikati”ne sadık kalarak “Halife İnsanlar” cemiyetini, âdeta zamanda geriye dönerek tekrar inşâ edebilme uğruna kımıldıyor!..

Geçmiş, Şimdi ve Gelecek İllüzyonu

Fizikçiler Einstein’ın “Geçmiş, şimdi ve gelecek kavramları arasındaki fark bir illüzyondan ibarettir” sözünü şu şekilde açıklarlar:

Benim “geçmiş”te yaşadıklarımı, şimdi bu yazıyı yazdığım ânı, ve gelecekte yaşayabileceğim herhangi bir olayı, bütün canlıların şimdilerini, geçmiş ve geleceklerini içeren bir ekmek somunu düşünün. Ve bizim yaşadığımız galaksiden 15 milyar ışık yılı uzaklıkta bir canlı düşünün. O canlı yerinde sabit, duruyor. Ve dünyadaki “ben” ile O’nun “şimdi” dilimi bir, aynı gibi görünüyor. Ancak o canlı ters yönde hareket etmeye başlıyor, benden uzaklaşıyor. O zaman bizim “şimdi” dilimlerimiz aynı olmayacaktır. O’nun şimdi dilimi mesela dünyanın tepsi gibi düz olduğu düşünülen bir zaman olacaktır. O uzayda bana doğru hareket ettiğinde ise “şimdi” dilimlerimiz yine aynı olmayacak ve O’nun şimdi dilimi benim henüz yaşamamış olduğum geleceğimdeki bir olay olacaktır.

O hâlde zaman evrendeki herkes için aynıdır, değişmez diyebilir miyiz? Ve geçmiş, şimdi, ve gelecek kayıtlarını koyan aslında biz olduğumuza göre, zamanı bu üçünün ard arda yaşanmasından ibaret bir kavram olarak görmemiz doğru olur mu? Bizim şimdi’miz geçmişten ve gelecekten kopartılamaz bir iz taşıyor. Bütün geçmişler, şimdiler ve gelecekler bir ân’ın üstüste yığılmış ve birbirinden ayrılmaz bir bütün hâline gelmiş “şey”ler gibi sanki… Birbirinden ayrılmaz bütün ve bu yüzden de hepsi birbirinden haber veriyor ve hepsi aynı ânda “var”. Nitekim biz biliyoruz ki, Hologram Teorisi’nin de kabul ettiği şöyle bir hakikat var; “Parça, bütünün habercisidir.”

Herşey tek bir “ân”dan ibaret… Nitekim Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu İslam’a Muhatap Anlayış eserinde şöyle der:

–  “Kesin hükümden sakınınız; bizler, sırlarla dolu bir kâinatta, bir rüyanın rüyasını görmekteyiz ve gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, tecrübe dışı fikirlerimizin içine gömülmüşüz, birşeyler hayal ediyoruz… Bildiğimizi sandığımız şey, sadece hadiselerdir, fenomenlerdir. O hadiseler ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz süjenin birbirleriyle MÜNASEBET’inden doğmuştur.” [4]

“Zaman bilmediğimiz bir obje, Zamanı halkeden ve “OL!” emriyle vaki olan herşeyin Yaratıcısı da süje… Ve âlemdeki her şey obje ve süjenin “Mutlak Münasebet”inden ibaret… “Eserde müessiri görüyoruz; eser sır! Sadece BİR var; varlık dürülüyor… Bütün kanunlar BİR KANUN!” [5]

Eser SIR’dan; bu yüzden de SIR!..

Elektronların Hareketi Vesilesiyle Kendinden Zuhur

Çift Yarık Deneyi’ni düşünelim. Elektronları fırlattığımızda iki deliğin direkt karşısında desen oluşturmalarını beklerken deliklerin arasındaki yerlerde de desen oluşturuyorlar. Ve bu hayret verici deneyin sonucu, elektronun aynı zamanda bir dalga gibi de davrandığı gerçeğini açığa çıkartmış oluyor. Ve elektronun nereye gideceğini asla kesin olarak bilemiyoruz. Elektron sanki gideceği yeri  “önceden” biliyormuş gibi, “şuurlu” bir varlıkmış gibi gidiyor ve bir desen oluşturuyor. Biz elektronların gitmek istedikleri yer kesin şurasıdır diyemiyoruz, Schrödinger’in geliştirmiş olduğu bir formülle sadece tahmin edebiliyoruz. Tıpkı “karıncalar” gibi… Her bir “karınca” kendi vazifesini sanki zaten biliyormuş gibi yerine getirir. Halbuki ona emir veren, ne yapması gerektiğini söyleyen bir lideri yoktur. Yuvadaki her bir karınca kendi vazifesinin ne olduğunu bilir ve asla aksatmadan yerine getirir. Vazifesi her bir karıncaya “öğretilmiştir” ancak kendi gibi bir karınca tarafından değil… Yuvasına yiyeceğini taşıyan her bir karınca, yuvasına giden en güvenli yolu, adeta sezgisel olarak seçer ve o yoldan gider, ardından gelenler için de iz bırakır. Elektronlar da, emir komuta zinciri olmadığı halde, gidecekleri yeri bilirler. Bir elektronu uyardığımızda bir yörüngeden direk başka bir yörüngeye sıçrar, aralarda dolaşmaz. Buna “kuantum sıçraması” denir. Peki ama neden? Elektron böyle yapması gerektiğini nerden biliyor? Elektronlar “şuurlu varlıklar” mı? İnsan da tıpkı böyle, bir ân gelir ve içinde o an sanki birşeyi yapmak zorundaymış gibi bir his uyanır ve yapar. Görünürde emri veren yoktur değil mi? Ama aslında vardır. Elektronlara da, karıncalara da, insanlara da ve topyekûn zaman ve mekâna da ne yapmaları gerektiğini söyleyen, atomların hareketini “olması gereken”e göre olduran ve eşya ve hadiseleri böylece, tam anlamıyla vakıf olamayacağımız, sırlarla dolu olarak kalacak şekilde, kusursuz düzen bir Emredici ve Hâlkedici var. En güvenli yolu bulup ardından gelenlere iz bırakan karıncalar da, Mutlak Bir’in “Ben insanı eşya ve hadiseleri teshir etmesi için, kendime halife olarak yarattım” emrine muhatap olan ve o emri hakkıyla yaşayanlar… Peygamberler ve Onların varisi olan Velîler, Alimler…

Zamanın Gayesi

Zaman bir dâire’dir, nereye gidersek gidelim döneceğimiz nokta bellidir. İnsanlık tarihi boyunca cereyan eden her hâdise, tek bir amaca hizmet etmek için meydana gelmiştir. İslâm dininden evvel yaşanan Cahiliyye Devri, öncesinde indirilen dinlerin tahrif edilmesi itibariyle aydınlıktan karanlığa tekrar geri dönüştür. Simya safhalarına baktığımızda bu Nigredo’ya geri dönüştür. Nigredo simyada başlangıç aşamasına verilen addır. Peygamber Efendimiz’in teşrifleriyle insanlık tekrar aydınlığa çıkmıştır; tüm zamanlara ve mekânlara gönderilen İslâm diniyle. Yani İnsanlık Rubedo’ya yükselmiştir. Ancak sonrasında, içinde bulunduğumuz çağ da dahil olmak üzere insan eliyle bir zulüm ve baskı çağı başlamıştır; aydınlık terkedilmiş, Nigredo’ya geri dönülmüştür. Zaman, döne döne tekrar Rubedo’yu yaşamak gâyesindedir. Zaman o Muhammedî Nûr’a yeniden kavuşmak için akmaktadır.

Kaynaklar:

  1. Salih Mirzabeyoğlu, Sefine “Suver-i Hayâl Âlemi”, İbda Yayınları, İstanbul 2003, Sy. 47,48,50
  2. İbn Ârabî Hazretleri, Allah Adamları Ve Kutuplar, Litera Yayıncılık, İstanbul 2015, Sy. 187
  3. Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, Sy. 50
  4. Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, İbda Yayınları, İstanbul 1987, Sy. 111
  5. Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış, İbda Yayınları, İstanbul 1987, Sy. 24

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!