“Dery: Bilmek… Derya: Deniz… Sefine: Gemi. Çeşitli mevzulara dair kitab… Suver’i Hayâl Âlemi: Hayâli suretler âlemi… Ağırlıklı olarak, ‘kuantum teorisi, hologram, kaos teorisi’ ve ilişkilendirildikleri mistisizmlerden çizgiler; ve tabiî ki asıl ve esas olarak âit oldukları bütüne dair ölçülendirmelerle biz, Büyük Doğu-İBDA anlayışı!” (S.Mirzabeyoğlu)
Evrene Dair
“Dünya hakkında hiçbir şey bilemem. Bir şey bilebilsem bile anlayamam. Anlasam da anlatamam.”
Ünlü bilimci Bertrand Russel gökbilimi üzerine bir konferans vermekte, dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, güneşin galaksiler etrafındaki devinimini anlatmaktadır. Konuşması bittiğinde salonun en arkasında oturan ufak tefek yaşlı bir kadın ayağa kalkar ve “Tüm söyledikleriniz saçma sapan şeyler. Aslında, dünya dev bir kaplumbağanın sırtında tepsi gibi durmakta” der. Russel gülümseyerek yanıtlar: “Peki, ya kaplumbağa neyin üstünde duruyor?”. “Sen çok akıllısın delikanlı, çok akıllı” der yaşlı kadın, “Ama ondan aşağısı hep kaplumbağa!”.
Evren hakkındaki bu gibi benzetmelere çoğumuz alaycı bir tavırla yaklaşırız, ancak, evrene dair bilgimiz nedir? Daha ne kadar bilgiye sahip olabiliriz? Evrene dair bilebileceklerimiz hep sınırlı kalmaya mı mahkum, yoksa onu tek bir formülle izah edebilecek miyiz? Bilinmeyenin hemen her zaman var olacağını kabul eden bilim, aynı zamanda nesnel dünyanın her zaman varolduğu ve tarafımızdan bilinebileceği temel düşüncesinden hareket eder. Bilim dünyası, tüm serüvenini bilinmeyenden bilinene, bilgisizlikten bilgiye geçiş olarak tanımlarken bizim için doğru olan tabir nedir? “bilmiyoruz’’ mu, “bilemeyiz’’ mi? İlmin bugün geldiği nokta itibariyle bilebildiğimiz şeyler bize mislince bilemeyeceklerimizi de beraberinde getirmiyor mu? İmam-ı Gazali Hz’lerinin ay ve güneş tutulmasını bugün bildiğimiz şekliyle izah ettiği dönemde neredeyse tüm Avrupa’nın inandığı “kaplumbağalı’’ tanımlamalardan daha fazlasını bildiğimizi iddia ederken dayanağımız nedir?
Evrenin Bir Başlangıcı Var mıdır?
Evren’e dair en eski tartışma, onun “hâdis’’ mi yoksa “kadim’’ mi olduğu üzerine yapılan tartışmadır. Bu, aynı zamanda, din ile felsefe ve bilimin karşı karşıya geldiği en uzun soluklu çatışmalardan biridir. Aslı İslam’da olmak üzere birçok dinde mevcut olan “âlemin ezeli olmadığı’’ inancının aksine, filozofların ekseriyetinin, “kadim evren’’ fikrini savunduklarını görüyoruz… Bunun yanında Eflatun’un “Bu âlem hem mevcut hem de hâdistir’’ dediği rivayet edilir. Daha sonraları Eflatun’un bu sözü tevil edilerek onun âlemin hudusu fikrine sahip olmadığı da ileri sürülmüştür. Calinus ise ömrünün son günlerinde, bu mesele üzerinde çokça durduğunu belirtir ve âlemin hâdis mi kadim mi olduğunu anlayamadığını söyler. Çok az sayıda filozof bu ve benzeri şekilde fikir beyan ederken, çoğu, âlemin kadim olduğu fikrindeydiler. Bunlar, vasıta olmadan kadim bir şeyden asla hâdis bir şeyin doğmasını kabul etmediklerinden âlemin sonradan yaratılmış olamayacağını savunmaktaydı. Bu mesele üzerinde en esaslı mücadeleyi İmam-ı Gazali Hz’leri vermiştir:
“Felsefecilere göre Allah âlemin fâilidir, onlara göre fiil hadiselerden ibarettir. Alem ise kadimdir. Fiilin manası bir şeyi yokluktan yeniden vücuda getirmektir. Kadimle ise böyle bir şey düşünülemez. Zira mevcut olan şeyin yeniden icadı imkansızdır. O halde fiilin şartı hadis olmasıdır. Onlara göre âlem kadim olduğuna göre nasıl Allah’ın fiili olabilir? Allah onların dediklerinin hepsinden beridir.
Denilirse ki hâdis demek yokluktan sonra var olmuş demektir, fail ihdas (yeni bir şey yapmak, ortaya koymak, ibda’ ve hudus) ettiği zaman ondan sudur eden fiil mücerret olarak vücuda veya mücerret olarak yokluğa ve yahut her ikisine de mi taalluk eder? Şayet geçmiş olan yokluğa taalluk eder denirse muhakeme batıl olur. Çünkü failin yokluğa tesiri düşünülemez. Her ikisine de müteallik denirse yine batıl olur. Zira failin yokluğa taallukunun asla imkansız olacağını açıkladık. Yokluğun yokluk olarak faile ihtiyacı da elbette düşünülemez. Vücuda taalluku geriye kalıyor ki, failden sudur eden de mücerret olarak vücuttur. Faile sadece vücud nisbet edilir. Vücud ebedî farzedilecek olursa nisbetin de ebedî farzedilmesi icabeder. Bu nisbet devam ettiği müddetçe kendinize nisbet edilen şeyde daha faal ve tesir bakımından daha devamlı olur. Yokluğun faile taalluku hiçbir halde mümkün olmadığına göre, vücuda nisbeti geriye kalıyor ki failin vücuda nisbeti hadis olması sebebiyledir. Hâdis ise ancak yokluktan sonra mevcut olabilir. Ve hâdis’e yokluk taalluk etmez. Alemin yokluğunun vücudundan önce olması failin fiili saniin sun’undan değildir. Çünkü bu vücudun suduru üzerinden yokluğun geçmesinden önce failden suduru tasavvur olunamaz. Yokluğun vücuddan önce gelmesi de failin fiili değildir. Ve onunla taalluku yoktur. Fiil olmasında öngörülen şart, hiçbir halde failin tesir edemeyeceği bir şarttır.
‘Mevcudun yeniden icadı imkansızdır’ sözünüze gelince, bu doğrudur. Şayet yokluktan sonra vücudun yenilenmeyeceğini kastediyorsanız. Ama mevcut olduğu hali kastediyorsanız bu doğru olmaz. Bir şey onu yapan kimse mucid olduğu zaman mevcut olabilir. Yokluk halinde ise, fail mucid olamaz. İcad; fail mucid olduğu için ona bitişiktir. Mef’ûlun (eser) mevcud olmasından dolayı. Mef’ûl icad edicinin icad olunan şeye nisbetinden ibarettir. Ve bütün bunlar vücud ile beraberdir. Ondan önce değildir. Şu halde icad ancak, mevcud olan bir şey için mevzu bahisdir. İşte felsefeciler, diyorlar ki: biz bu yüzden âlemin ezeli ve ebedî Allah’ın fiili olduğuna hükmediyoruz. Her ne hal olursa olsun onun faili Allah Teala’dir. Zira faile bağlı olan, vücudun kendisidir. Bağlılık devam ettikçe vücudda devam eder. Bağlılık kesilirse vücudda yok olur. Yoksa, sizin tehayyül ettiğiniz gibi Allah’ın yokluğu farz edildiği takdirde Âlem bâki kalır şeklindeki muhakeme doğru değildir. Biz, Allah’ın fail olmasıyla kendisinden başka bütün varlıkların vücuduna sebep olduğunu kastediyoruz. Güneşin yokluğu takdir edilirse, ışığın da yokluğunu kabul etmek mecburiyetinde kalırız. İşte bizim fail vasfıyla kastettiğimiz budur.” (1)
Bilimin, evreni, başlangıcı ve sonu olmayan, adeta bir makine düzeninde işleyen, durağan-statik bir yapı olarak tanımlamasından bu yana, uzun yıllar boyunca, eski filozofların öne sürdüğü fikirlerin bilimsel dayanağı da varmış gibi algılandı. Ancak, bugün için, bilimin rastgele arayışlar neticesinde geldiği son nokta, İslam’ın insana, varoluşundan bu yana sunduğu hakikate bir nebze yaklaşabilmek olmuştur:
Elementlerin yarı ömürleri ile tabir edilen bozulmaları vardır, en dayanıklı partikül-parçacık olan protonun dahi bir yarı ömrü bulunmakta. Her ne kadar protonun yarı ömrü, kainatın yaşı kadar uzunsa da, bu bile maddenin ezeli olmadığının kesin bir delilidir. Bununla birlikte proton ve elektron sayısı denk tutulurken, sağ kalan nötronlar protonlara göre oldukça az sayıda bırakılmışlardır. Eğer nötronlar ile protonlar eşit miktarda bırakılsaydı, geriye hidrojen çekirdeği kalmaz ve bütün nükleonlar (proton-nötron) helyum çekirdeklerinde birleşirler ve güneş gibi yıldızlar yakıtsız kalırdı. Bu ise; kainatın yakıtını baştan tüketmesi demektir….
Hâdis: Yeni, sonradan olan olan şey. Değişen, hudûs eden. Her söylenişinde yeni bir haber gibi dinlenmeğe layık Resulullah (sav)’in sözleri… Hudûs: yeniden meydana gelmek, yok iken vücuda gelmek… İbda: yaratma, yoktan var etmek, numunesiz bir şey yapmak, izhar etmek… Hads: Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür’at-i intikal. Âni ve doğru idrâk, delilden neticeye hızla varmak. Hades: Yeni olmak, eskiden olmayıp, sonradan görünmek. Genç, yiğit. Sür’atle idrak etmek. Zan ve tahminde bulunmak. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz’ ve üslûbunda başka bir tarz tasavvur etmek… Hadd: Bir şey’e te’sir ederek iz bırakmak, yüz, vecih. Vech: yüz, çehre, suret. Suver: suretler…Suver’i Hayâl âlemi: Hayâli suretler âlemi…
Paul Davies: “Çağımızın en önemli keşfi kainatın ezeliyyen var olmadığı gerçeğidir… Zamanı yaratan bir Allah kavramı, O’nun kainatı her an elinde tutarak yarattığını göstermektedir… Kainat temelinde derin bir birlik, yekparelik saklar. İşte bu yekparelik bize, her şey olmadan hiçbir şeyin olamayacağını söyler.”
Kainatın özünde devamlı bir yoktan varedilme ve var iken yok edilme vardır. Her an devam eden bir yaratılış olayı vardır. Kainat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kainatın yokluğa yuvarlanacağı Kayyum bir Yaratıcı vardır. Bu Hayyül Kayyum Yaratıcı, mütemadiyen, hiç duraksamaksızın bütün kainatı yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa geçirerek yaratmaktadır. Zaman da bu devamlı yaratılışın içindedir. Çünkü; zaman, mekanda kainatın temeli olan hareketin bir görüntüsüdür. Hareket oluşunca zaman ve mekan varlık sahnesine çıkmaktadır.
Nobel ödüllü kimyacı İlya Prigogine: “ZAMAN YARATILIŞTIR”
Zaman da, mekan da Allah’ın yaratma fiilinin biz gözlemci insanlar tarafından sürekli, peşpeşe görülebilecek tarzda kendisini bize göstermesinden ibarettir. Bize çokluk, çeşitlilik olarak görünen bütün varlık alemi, zamanı, mekanı ile birlikte sadece “kün-ol” emrinin tezahürüdür. Bunu anlayan kişi, geçmişin, geleceğin sadece bizim zihnimizde var olduğunu anlar. Elinde sadece “şimdi”, daha doğrusu “Yaratılış Eylemi” kalır…
“Eşya ve hâdiselerin çokluğunda, bütün kâinat bir ânda var görünür; sonra yine ân içinde yok olur. Varlıkla yokluk arasında öyle müthiş bir hız vardır ki, bu hızın sürekli inkılablârı, bize her şeyi var gösterir. Aradaki yokluk hissedilmez. Zira her ân, yokluğun peşini varlık, varlığın peşini de yokluk takib edince, uzun bir müddet içinde her şeyde varlık mütemadi sanılır. Her ân ve lâhzada, varlık ve yokluktan biri gelip biri gittiği için, ne gelenin geldiği, ne de gidenin gittiği anlaşılır. Var sanılan her şeyin aslı yokluk olduğundan, İLÂHİ NURDAN BIR KIVILCIM OLAN İĞRETİ VARLIĞI YİNE YOKLUK TAKİB EDER; VE VARLIK BİR KIVILCIM DAİRESİ HALİNDE DÖNER DURUR. İŞTE ÂLEMLERİN MECMUU, HAKİKİ VARLIK KIVILCIMLARININ DAİRESİ İÇİNDE BİR HAYÂL GÖLGESİNDEN İBARETTİR.
Biri vardır ki, başında da sonunda da varolan odur; ondan başka var yoktur. Bu dünya “bir varmış, bir yokmuş’’ meâlindedir. Yâni ezellerin ezelinde bir zât vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. O zatın bilgisinde, bu âlemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun ışığı ile, o zât, bu âlemi var eyledi; ve bütün mevcutları, varlık çehresiyle belirtti, gösterdi, meydana çıkardı. Yâni o zât, yine her ânda bütün mevcutları varlıkla yokluk arasında gezdirir, varlıkla yokluk arasında sanatını-ibdaını gösterir.’’ (2)
Dipnotlar:
1- İmam-ı Gazali, Tehafüt’ül — Felasife (Felsefecilere Cevap), 1. Basım, Dâva Yay., İstanbul, 1969, s. 192–193
2- Salih Mirzabeyoğlu, “Sefine-Suver-i Hayâl Âlemi”, 1. Basım, İBDA Yay., İstanbul, 2003, s. 223
Kaynak: Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005.