Yazar: Salih Mirzabeyoğlu
Eserin Adı: Kökler
Eserin Alt Başlığı: Necip Fazıl’dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’ye
Kaçıncı Basım: 3
Yayınevi: İBDA
Yayın Yeri: İstanbul
Yayın Tarihi: Mayıs 2019
Sayfa Sayısı: 303
ESERİN İÇİNDEKİLER
- LEVHA: TAKDİM VE İTHAF
Çocuk Necip Fazıl
Takdim ve İthaf
- LEVHA: TASNİF VE TELİF
- LEVHA: KAFA KÂĞIDI
- LEVHA: RUH VE FİKİR
- LEVHA: USUL VE ESAS
- LEVHA: KENDİNDEN ZUHUR VE ALTIN ÇİVİLER
- LEVHA: DİL VE MÂNÂ
- LEVHA: HİKMET
- LEVHA: ÇİLE
- LEVHA: TİLKİ GÜNLÜĞÜ
- LEVHA: İTHAF
- LEVHA: DEDİ Kİ (I) VELİLER DİYARINDA
Van
Müftünün Evi
Yol
Helezon Helezon
Son 15 Kilometre
Nur Yatağı
Geceleyin Dağlar
Uçakta Keşif
- LEVHA: DEDİ Kİ (II) VATANIMI BULDUM
Üçgenin Dayanağı
Haydi Muhip!
Aynı Ev
Yemek ve Sohbet
Telgraf Direkleri ve Kartallar
Titan Palas
Yılanın Ağızları
Şemdinli
Bir Mesele
Mukaddes Terlik
İple Göğe Tırmanış
At Sırtında Paçavra
Ziyaret
Ve Ziyaret
Çıkartma Kağıdı Dünya
Vatanımı Buldum
ESERİN KONUSU
Yazar Gülçin Şenel’in ifâdesiyle: “Salih Mirzabeyoğlu’nun 1986 yılında yayınlanan eseridir. Tasavvuf hikmetlerine dair bir eserdir. Yazarının İslâm büyüklerinden seçtiği yüzlerce hikmeti “Dedi ki” formunda topladığı bir esermiş gibi görünse de, aslında İBDA Fikriyatı’nın çeşitli insan ve toplum meselelerine el atışında, bir nevi dayanak noktalarını ihtiva eden bir eserdir. Kendi ifadesiyle “İBDA diyalektiğinin altun ölçülerini” ihtiva eder. Bu anlamda İBDA Külliyatının başucu eserlerindendir.” Eserin “Takdim ve İthaf”ında geçtiği üzere:
– “Bu eser, bu yüzyıl İslâm diyalektiğini temsil eden İBDA’nın tâcı… Öyleyse, gözle görülen eşyanın tasvirinde ışığın varlığının tabiî bir hakikat oluşu gibi, bu ışık demetini insan ve toplum meselelerinin hallinde izleyiniz!.. Akıl plânında anlatılanı anlamazken akıl adına karşı duran ahmak inkârcı ve nasipsiz kâfir bir yana, dışın dış yüzünden kaba kıyas unsurlarıyla nefsinizi muhatap bulmak yerine, hep yeniden keşfe mevzu olanı hep yeniden keşfedecek bir mesafede durmaya ve bu anlayışı kazanmaya bakınız!.. Kâfir, münafık ve ahmağın anlamadığı ve içine sindiremediği de işte bu, “İslâma muhatap anlayış” davasıdır; “doğru yol” üzerinde durmaksızın yenilenmesi gereken anlayış…”
Eserin 2 ilâ 10. Levhalarında, İslâm büyüklerinden seçilen yüzlerce hikmete “Dedi ki” formuyla yer verilirken, 11. Levhası “İTHAF” başlığını taşımakta olup, burada Büyük Doğu Mimarı’nın İBDA Mimarı’na ithaf ettiği şiirler bulunmaktadır. 12. ve 13. Levhalarda ise, Üstad Necib Fazıl Hazretlerinin, Şeyhinin Şeyhi Seyyid Fehim Arvasî Hazretlerinin ve Şeyhinin Şeyhinin Şeyhi Seyyid Tâhâ Hazretlerinin kabirlerini ziyaret maksadlı 1975 senesinde Van’a bağlı Arvas ve 1976 senesinde Hakkâri’ye bağlı Nehri seyahatleri dolayısıyla Üstad’ın yazdıkları nakledilmektedir.
ESERDEN İKTİBASLAR
Eserin “1. Levha: Takdim ve İthaf” Bölümünden:
Hususî bir ahenkle okunan özel bir şiirden yayılan mânâ buğusunun, rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket misâli kelime klişelerine konması ve her biri bir yıldız hâlesi olan terkibî vahidleri temin ederek birinden diğerine iştirak noktaları ve atıflarla akması… Bir tecrit edasıyla tertibetmek üzere bu akışı takibediyor, merkezden başlayarak daire muhitinde soldan sağa ve sağdan sola doğru bir seyirle topladığımız yemişleri azık kabımıza dolduruyoruz. Demek ki bu eser, kusmuk misâli bir tertib değil, süt misâli bir terkibdir… Ve yüce dağ başındaki altun pınardan işaretlenen İBDA diyalektiğinin altun ölçüleri.
İki renk üzerine dokunmuş tüyden elbisesi ve İlâhî iki kanadın maksadıyla muhiti ihata eden ve suda yüzen su kuşu, iki cihetten riyasete ve iki sultan tarafından hesap edilişe ne güzel bir misâl… İsmi, “müsemma-isimlendirilişi” ile bir İLK, ensesi kızgın bir ütü altında, süt beyaz bir kâğıda sütle yazılmış malûmu ifşâ ediyor… Bu macera ayrı bir ruhî roman mevzuudur; ve şükrün eda ve izhârı hâlinde de bu eser.
Bu eseri, Dostum ve Sevgilim, zekâî, nazır, Ahmed Necip Fazıl’a, onun ağzından da, dünya gözüyle yüzünü görme devleti ve saadetinden mahrum olduğum “Manzuru nazar-ı pîran-ı kirâm; Keremli pîrlerin nazarlarına görünen” lâkaplı, muhsî ve muhsîne, bütün yüceliklerin altun pınarı, büyük “İrşad Kutbu”, Efendimiz Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine ithaf ediyorum. Bütün bu sözler ne… Şuur, şiir ve idrakı tek noktada toplayan bir mânâ üzerinde ve gökyüzünü seyrettiren bir âlet mevkiinde kendimi ne türlü şeffaf ve görünmez kılarsam kılayım, dünyanın en hayâsız insanı olduğumu ifşâ ediyormuş gibi bir hissin tesiri altında o türlü eriyorum ki, arkasından, edepsizliğe düşme korkusundan doğan edeb noksanlığı zuhur ediyor ve yaptığım iş, yapılması gereken olarak şart oluyor. Mânâ fatihlerinin önünde, edebli olmak bile “ben-varlık” ifâdesi; suç… Nerde kaldı ki edepsizlik. Öyleyse şükrün edası gerek.
Bu ölçü içinde, şartlarına malik olunmadan bu türlü eserlere yeltenişin, kabak muharrir cehaletiyle İslâm büyüklerinin sözlerini şu veya bu türlü tertib edişin ve yarım akılla kullanışın, kenef ağzıyla kenefte mukaddesleri anmak demek olduğunu da kavrayınız.
Cezb hassası hangisinden gelirse gelsin bir olan ve “Büyük Kapı”ya kul kabul etme fermanını çıkaran en büyük yolun en büyük 33 Başbuğ velisinin en büyüklerinden otuzüçüncüsünün en yakını, alıcı-verici rolündeki Sevgilim ve Dostum, Necip Fazıl Kısakürek… Husûsiyeti şu:
— “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam!”
Elin cama ve camın ele değmesi misâlinin çerçevelediği “temas” keyfiyetinde de, onun şahsında tecelli eden mânânın kaynaktan nisbet içinde muhasebesini yapan ve iç’e ve dış’a doğru zâhir oluşunu örgüleştiren ben varım.
Temasın nisbet ve keyfiyeti, “bahariyye”den övgü, “mahlâsnâme”den tasdik, “sâliye”den tebrik çizgileri içinde, bir hüviyet cüzdanı ve ihsân olan ÇOCUK isimli şiirin mânâsında topluca takdim olunmuştur… Küllî emre göre anlayış ve anlayışların nisbet edileceği Küllî emir hüviyetinin sırrı ve hasrı içinde iki beliriş ki, belirene nisbetle bir ayniyetin “nasıl” ve “niçin” hâlinde iki delili… Demek ki birbirinin delili!..
Demek ki, ithafım ve ithaf şeklim pek münasip!..
Bir ziyâfet sofrasına çöker gibi, şiir idrakıyla şu hadîse bakınız:
— “Amellere neticelerine göre hükmolunur!”
Zamanı aşma gayesine ermiş bir kahramanın, tek kelimesinin bile boş olmadığı demleri, hayatının bütün girinti ve çıkıntılarını bu mânâda toplar… Necip Fazıl’daki bu mânâ, beyan olunmadan çok daha önce inanılmış bir hazırlıkta bizi buldu ve elimize büyük İslâm diyalektiğini kurmanın reçetesi tutuşturuldu. Hergün yeniden yeni bir buluşla hayran, bu mânâya şahitlik etmekteyiz; ve görmekteyiz ki, en alelâde sözlerimiz bile vesile kılınarak mânâyla doldurulmuş, en alelâde sözlerle bile taslar dolusu mânâlar sunulmuş, en açık ifâde ve “tegafül-bilmezden gelme” sanatının şahikası bir arada, beynimiz ve kalbimiz kurulmuştur!..
Demek ki, kelimenin altında ve cümlelerin üstünde olanı ararken bulduklarımız, mihraksız ve yüzsüz “çorbacılar”dan ayrı bir yerde, tevhidî bir tecrit tavrının ürünüdür… Bütün bu izâhlardan sonra eklenmesi gereken bir husus:
— “Bir nokta, bir virgül, bir harften ibaret hatanın bile adiliği bana âittir!”
Kıymet ise, yalnız sahiplerinin. Böylece, nisbet çizgisi üzerinde, Dostum ve Sevgilim’in mânâsının mumyalaştırılamayacağını ve her dem taze hüviyetini de, köklerden delillendirmiş oluyorum!..
Yazana değil, yazılanlara bağlı değer ölçüsünün geçerli olduğu bir mevzudaki kâtiplik görevim, bana, hikmet paralamaya yer olmayan bir iş üzerinde bulunduğumu ihtar etmekle beraber, şunun belirtilmesi bir zaruret:
— “Büyük Doğu’nun iç’e ve dış’a doğru zâhirini temsil eden İBDA, Büyük Doğu Mimarı’nın ağzından köklerin ölçülerini işaretlerken, tam bir fasıllaştırmadan kasden kaçınmış, eseri yeterlik ve kifayet ölçüsüne göre tamamlamıştır…”
Hayâ hissi ve iz sürülmesi dileğiyle böyle.
Bu eser, bu yüzyıl İslâm diyalektiğini temsil eden İBDA’nın tâcı… Öyleyse, gözle görülen eşyanın tasvirinde ışığın varlığının tabiî bir hakikat oluşu gibi, bu ışık demetini insan ve toplum meselelerinin hallinde izleyiniz!.. Akıl plânında anlatılanı anlamazken akıl adına karşı duran ahmak inkârcı ve nasipsiz kâfir bir yana, dışın dış yüzünden kaba kıyas unsurlarıyla nefsinizi muhatap bulmak yerine, hep yeniden keşfe mevzu olanı hep yeniden keşfedecek bir mesafede durmaya ve bu anlayışı kazanmaya bakınız!.. Kâfir, münafık ve ahmağın anlamadığı ve içine sindiremediği de işte bu, “İslâma muhatap anlayış” davasıdır; “doğru yol” üzerinde durmaksızın yenilenmesi gereken anlayış…
Eser nasıl yazıldı, niçin yazıldı?
Hepsi ve herşey içinde.
“2. Levha: Tasnif ve Telif” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Kalb ve ruh ilimlerinin mütehassısları, eser yazarken, ya tasnif ederler veya telif ederler. Tasnif, başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp yazmak, telif ise bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrarı ve dereceleri yazması, izhâr etmesidir.)
Dedi ki:
— (Salihlerin hikâyelerinden müridlere ne fayda olduğu sorulduğunda, Cüneyd Hazretleri, “salihlerin hikâyeleri İlâhî mânâ ordularının bir kısım askeridir ki, müridlerin kalbleri onunla kuvvet ve sebat kazanır” buyurmuş ve “Peygamberlerin haberlerinden, onunla kalbine sabit kılacağımız her şeyi sana anlatıyoruz” meâlindeki âyeti delil göstermiştir.)
Dedi ki:
— (Din büyüklerinin eserlerine el atmak, onları Türkçe’ye çevirmek, yani sahiplerinin ruhaniyetine bürünüp kendilerini Türkçe konuşmaya davet etmek cüretini gösterebilmek için şartlar: İlim nizâmı, hikmet gözü, üstün idrak ve intikal melekesi, zevk ve incelik mizacı, aşk ve edeb tab’ı, haşyet ve hürmet ürpertisi, lisân ve üslûp ustalığı… Artık düşünün Kur’ân ve Hadîs’e el atabilmek için insanda daha neler olmak lâzım, neler!)
Dedi ki:
— (Geç, geç… Ne zevki var, ne birşey, (şartlarına malik değil), adam, velîlerin sözlerinden tasnif yapıyor!)
Dedi ki:
— (Bu yolun büyüklerinin sözlerini oluruna getirip kullanmamak lâzımdır. Sözleri ve mânâları yerli yerine oturtmadan büküm vermek büyük suçtur!)
“3. Levha: Kafa Kâğıdı” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Bu kadar zaman kimlerin elinden tuttum kimlerin… Yazı yazdım, onları kabul ettirmeye çalıştım… Yazıları baştanbaşa elimden geçti… Ama motor yok… Mayada olmadı mı olmuyor!.. Allah kullarını da istediği gibi yarattı. Çok şükür, özlediğim gencimi, dostumu gördüm… Eğer O’nu -Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini- görseydin daha da iyi olurdu ama, olsun…)
Dedi ki:
— (Mevlâna Yakup Çerhî Hazretlerine yolun başında Şah-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyuruyor: Biz kendimizden, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Aldığımız emir bunu gerektirir. Görelim, bu gece bize ne işaret buyrulur? Eğer seni kabul ederlerse biz de kabul ederiz!)
Dedi ki:
— (Şah-ı Nakşibend Hazretleri, yolun başında Mevlâna Yakup Çerhî Hazretlerini müjdeliyor: Müjdeler olsun ki, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz; kabul etsek de geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve vaktin nasıl olduğu belli olsun!)
Dedi ki:
— (İSTİKBÂL İSLÂMINDIR; ne güzel bir mevzuun var… Allah ne kadar ömür verir, daha ne kadar yaşarım bilmem. Ama senin, bizim davamızda bir hayli hisse sahibi olarak görünmen lâzım… Zaten benim bir takdim yazım olacak… Bütün hüviyetin görünecek.)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Allah mahçup etmesin efendim…)
Dedi ki:
— (Öyle, öyle! Benim yanıma senin gibi kimse gelmedi… Cins zekâ… Yüzüne karşı methetmem olmuyor ama, kanıma girmişsin!.. Derinliğine, kanıma; bunu görüyorum… Hayatımı sen anlıyorsun; bu böyle… Sonra öyle devam edersin. Dünya bir kahraman bekliyor; bir fikir kahramanı… Hadi bakalım inşallah!.. Bizden bekleniyor, bizde de bir fikir adamının yaşamaması için her şey mevcut… Bu millet fikir diye birşeyden anlamıyor, ama Allah ne gösterir… Biz fikircimizi yetiştirmeye bakalım. Bomboş bir devirdeyiz, bomboş! Ne kadar talihsiz bir nesiliz biz!)
“4. Levha: Ruh ve Fikir” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Elime daha erken geçseydin… Benim daha dinç olduğum bir zamanda… Ama bir şey farketmez; bu işler böyle oluyor!.. Elime bir genç geçti, pîr geçti; kendi geldi!.. İnşallah seni ben yetiştireceğim!)
Dedi ki:
— (Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Mansur’un nuru, 150 sene sonra Feridüddin-i Attar’ın ruhunda tecelli edip, onun mürşidi oldu. Ne hâlde olursanız olunuz, benimlesiniz. Size gözükmem için beni hatırlayın. Hangi kıyafette olursam olayım, daima sizinleyim; kalplerinize mânâ ve hakikatleri dökerim. Allah Sevgilisi’nin, “benim ölüm de, dirim de sizin için hayırlıdır” buyurduğu sözünü, ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun mânâsı, “benim dirim doğru yolu göstermek ve ölümüm de yardım etmek içindir” demekti!)
Dedi ki:
— (Beni, hangi mevzuda olursa olsun, hemen görebilmen için tek çare, sadece düşünmendir. Meşhur masalda, parmağındaki yüzüğü oğar oğmaz “dile benden ne dilersin!” diye karşısına bir zenci köle çıkan çocuk gibi, elini hangi fikrin madenine değdirecek olursan önünde beni bulursun!)
Dedi ki:
— (Elkasip, iki âlem arasındaki münasebet ve İlâhî münasebet ilminde ileri idi. Bu imâm, vücut bulmayan bir eseri göstermek istediği vakit, kendi nefsine tesir eden müessirleri düşünerek, kendi nefsine o ânda beliren bir tartı ile baktığında, o eser ve iz derhal ve hilesiz meydana çıkardı. Âlemde birşey yoktur ki, onda insanın izi veya eseri bulunmasın… Ondan sonra onun makamına, Camiulhikem (hikmet toplayan-hikmet toplayıcısı) isimli biri vâris oldu. Bu zâtın, Ebdal hakkında ve “hoca ile talebesi arasındaki münasebet” ile bitkilerdeki esrar bahsinde geniş ve derin bilgileri vardı.)
Dedi ki:
— (Şeyh ve dost, âşıkların nazarında, bakılan cisim değildir. Belki o, sözünü ve ismini işitince müridde ve dostta hasıl olan zevk ve hoşluktur; o ânı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu ganimet bil ve şükürler et. Çünkü o, bu zevktir!)
“5. Levha: Usul ve Esas” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Allah’ı bilmek, ancak zıtlar arasında birleştirmekle, O’nun üzerine yine O’nunla hükmetmekle mümkündür.)
Dedi ki:
— (Her nebîye bağlı hususî bir velâyet şekli vardır. Derecelerin nihayeti, bizim Peygamberimize bağlı olandır. Bu derece “Zâtî tecelli” mertebesidir… Bu mertebede, “Esma-Allah’ın isimleri”, “Sıfat-Allah’ın sıfatları” ve “Şuun-hâdiseler”e yer yoktur. Böylece en mahrem visâl ve hakikî vecd meydana gelir.)
Dedi ki:
— (Soru: “Madem ki din, kitap ve sünnet ile kâmil olup son şeklini aldı, bu tam olgunluk ve kemâlden sonra “ilhâm”a ne lüzum vardır ve ne noksanlık kaldı ki “ilhâm” ile tamamlansın?”… Cevap: “İlhâm, dindeki gizli olgunlukların bir aynasıdır. Dinde bulunan bir başka kemalât ve olgunluk değildir. Nasıl ki, “içtihad” hükümlerin zâhir olması ise, ilhâm da esrarın ve ince bilgilerin zâhir olmasıdır ki, bunu birçokları anlayamaz!”… Evet, “içtihad” ile “ilhâm” arasındaki fark açık ve bellidir; o görüşe dayanır, bu ise görüşleri yaratana dayanır. O hâlde ilhâmda, içtihatta bulunmayan bir asalet vardır. İlhâm, Peygamberlerin mehaz (asıl alınan kaynak) olan ilhâmlarına benzemektedir. Her ne kadar ilhâm zannî ve Peygamberlerin ilmi kat’i ise de…)
Dedi ki:
— (Allah, İbrahim Aleyhisselâm’ı “Halil”, Mûsâ Aleyhisselâm’ı “Neciy”, beni de “Habib” ittihaz etti. Sonra buyurdu ki: İzzetim ve Celâlim hakkı için Habib’imi, Halil’im ve Neciy’yim üzerine tercih ederim.)
Dedi ki:
— (Dava teveccüh ve murakabe değildir. Dava, bütün işleri bir gayeye bağlayıp her şeyde hâs ve hususî bir anlayış sahibi olmaktadır.)
“6. Levha: Kendinden Zuhur ve Altın Çiviler” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Bismil: Boğazlanmış, kesilmiş… Bismillâhi: Allah için. Allah’ın adı ve izniyle. Allah namına… Ârifin “Bismillâh” demesi, Allah’ın “Kün-ol” demesi gibidir. Bu öyle bir kelimedir ki, bütün endişe ve kaygıları yok eder. Yine öyle bir kelimedir ki, zehiri bile iptal eder. Bu kelime, bu bedbaht dünyada yalnızca O’nun ismidir. Ya O’na kavuştuğumuz zaman öbür dünyada bu kelimenin makamı ve rütbesi ne ola?.. Bu mihnet yerinde bu kelime, sadece onun ismidir; ya o muhabbet ülkesinde eseri ne olur?.. Bu kelime, yalnızca O’nun yalnızca ismidir burada olanlara, kapıda kalanlara; ya O’nun dostluk meclisine girenlerin devleti nasıl olur?.. Bu kelime, O’nun yalnızca isminden ibarettir imdad isteyene; ya O’nun yüce huzuruna gidenin ve O’na yalvaranın hâli ne olur bu ismin sahibinin lûtfundan?)
Dedi ki:
— (Allah’ın, vasıtasız ve kılavuzsuz, doğrudan doğruya terbiye ettiği velîlere “Üveysî” mizaç derler!)
Dedi ki:
— (Allah Sevgilisi’nin, “Ben, Allah’ın kokusunu Yemen tarafından almaktayım” buyurduğu veçhile, Allah’ın kokusunu alıp feyze mazhar olmuş ve koku alma duygusu açılmış ârifler, miski pislikten, doğanın sesini serçenin sesinden, hak ile bâtılı, yüksek ile alçağı “Faruk-ayırdedici” Ömer gibi birbirinden ayırt ederler…)
Dedi ki:
— (Allah Resûlü’nün bütün elçileri, bütün sahâbîlerinde de olduğu gibi, Hazret-i Ali’de gaye noktasını bulan bir “zat-ül hareke; kendi kendine hareket iktidarı” vasfının en parlak örnekleri… Bu da, aldıkları nuru, nasıl kendine mal ettiklerinin, otomatlıktan ne kadar uzak olduklarının ve nihayet en büyük şahsiyete erdirici İslâm nurundaki feyzin delili… Allah’ın Resûlü, yine aynı yere gönderdikleri Muaz İbn-i Cebel Hazretlerine sorarlar: “Orada nasıl hüküm vereceksin?”… Muaz İbn-i Cemel: “Allah’ın Kitabıyla!”… Allah Resûlü: “Kitapta yerini bulamazsan?”… Muaz İbn-i Cebel: “Resûlü’nün sünnetiyle!”… Allah Resûlü: “Ya Sünnette de bulamazsan?”… Muaz İbn-i Cebel: “Bana verdiğin ilim ve ruhla içtihat ederim!”… Allah Resûlü: “Allah’a şükürler olsun; Resûlü’nün elçisini, Resûlü’nün sevdiği dereceye erdirdi!”… Nur erdirir, şahsiyet sahibi kılar; bâtıl ise kuklalaştırır, taklitçiliğe zorlar… Bu azim hikmeti, Hazret-i Ali’nin mübarek yüzüne bakarak heceleyelim!)
Dedi ki:
— (Belki Allah tarafından birdenbire bir inayet erişir; ben böyle beklenilmeyen inayetlerin kölesiyim…)
“7. Levha: Dil ve Mânâ” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (İçinde “Arap dili üzere” nâzil olduğu Allah tarafından bildirilen ezelî ve ebedî kitap: Kur’ân… Bir bakıma beşeri ve umum kelâm unsurları içinde apaçık ve apaydınlık iken o değil; bir bakıma da her harfinin gerisinde bir cihan gizleyecek kadar esrarlı ve kapalı… Bunlardan biri zâhir, öbürü bâtın istikameti… Ufuk gibi, gaye gibi, gittikçe gidilir ve tutulmaz sır, bâtında… Fakat o zâhir ve bâtın, bir bütün… Yazılışı ve okunuşuyla, harfleri ve telâffuzuyla, kendi aslî heyetinden zerre feda etmez, mutlaka yekpâre, mutlak bütün… Allah’ın, ezelî kıdem sıfatı içinde kadîm ve onunla kaim kelâmı… Kelâm-ı Kadîm… Ve mahlûk değil!)
Dedi ki:
— (Kur’ân Peygamberin ağzından çıkmışsa da, her kim onu Allah söylemedi derse kâfirdir.)
Dedi ki:
— (Kur’ân, ışık olmakla zâtiyeti bakımından nurdur. Çünkü, kendi izzet ve kuvvetini bilmez, idrak etmez. Allah, Kur’ân’ı kime verdiyse, ona kâmil ve tam ilmi de vermiş olur.)
Dedi ki:
— (Kur’ân, ölüyü dirilten İsâ, denizi yaran Mûsâ, ateşi gül bahçesine çeviren İbrahim Peygamberlerin yanında, hem akıl almazlık, hem de açıklık ve belirlilik bakımından en büyüğü…)
Dedi ki:
— (İlhâm ile bildirilen ilimler ve marifetler, işaretlerin ve delillerin en büyüklerinden olup, hârika ve kerâmetlerden çok daha yüksektir. Bunun için Kur’ân’ı Kerim’in mucizesi, diğer mucizelerden daha kuvvetli ve devamlı oldu.)
“8. Levha: Hikmet” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Müminler ve keşif ehli kimselerle, vücut birliğine inananlar nazarında halk aklî bir kavram, Hak ise görülen ve hissedilen bir varlıktır. Bu iki sınıf dışında kalanların nazarında ise, Hak akılda ve halk histedir. Sonuncu zümreden olanlar tuzlu suya benzerler; birinci zümre ise gönülleri kandıran tatlı su gibidirler.)
Dedi ki:
— (Allah bu tasavvurlar âlemine ve hattâ hiçbir âleme sığmaz. Eğer tasavvurlar âlemine sığmış olsaydı, tasavvur edenin onu kavramış olması gerekirdi ve bu bakımdan O, tasavvurların yaratıcısı olamazdı. İşte böylece O’nun bütün âlemlerin ötesinde ve üstünde olduğu anlaşılmış oluyor.)
Dedi ki:
— (Âlemlerin, kendi yaratıcısıyla hiçbir nisbeti yoktur. Âlemler, sadece Allah’ın mahlûkları ve onun isim ve sıfatlarının tecelli aynalarıdır. Âlemle Allah arasında birlik, ayniyet, nisbet, beraberlik gibi görüş yanlışlıkları, insana ancak manevî sarhoşluk vakitlerinde gelir.)
Dedi ki:
— (Biliniz ki, her şey kendi mahiyeti, hakikati ve özü ile şeydir. Bir şeye kendi mahiyetini vermeğe ve vericiye lüzum yoktur; çünkü mahiyeti kendisindedir. Bunun içindir ki, “hiçbir şeyin mahiyeti yapılmaz” denmiştir. Her cismin bir özü ve mahiyeti vardır. Cisimlere mahiyetlerini vermek için bir iş yapmak lâzım değildir. Meselâ boyacının işi kumaşı boyamak içindir; yoksa kumaşı kumaş yapmak için değildir ki, buna lüzum yoktur. O hâlde bir şeye mahiyeti sonradan verilmez. O şeyin ve mahiyetinin birlikte meydana gelmesi için iş yapılır. Her şey kendi mahiyeti ile şeydir. Bu sözümüz, “zıl-gölge”de doğru olmuyor. Bir şeyin zıllı, aksi, gölgesi, hayâli ve aynadaki görüntüsü, kendi mahiyeti ile zıl ve aks olmayıp, kendilerini meydana getiren aslın mahiyeti ile zıl ve aks olmuştur; çünkü görüntünün ve gölgenin mahiyeti yoktur. Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O hâlde asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır. Çünkü gölge, aslın mahiyeti ile, yâni asıl ile gölge olmuştur; kendi mahiyeti ile değil. Çünkü kendi mahiyeti yoktur… Bu âlem, mahlûkların hepsi, Allah’ın fiillerinin, işlerinin zılleri, akisleri ve görünüşleri olduğundan, bu âlemin aslı olan fiiller, âleme âlemden daha yakındır. Fiiller de sıfat-i ilâhî’nin zılleri olduğundan, Allah’ın sıfatları âleme, âlemden ve âlemin asılları olan fiillerden daha yakındır; çünkü aslın, aslıdırlar. Sıfat-ı İlâhî de, Zât-ı İlâhî’nin zılleri olduğu için ve Allah’ın Zâtı, âleme âlemden ve ef’al ve sıfat-ı ilâhî’den daha yakındır. Bunları dikkatle okuyup anlayan akıl sahipleri, insaf ederlerse sözümüzü kabul ederler. Eğer inanmayan olursa, ne ehemmiyeti var? Çünkü bizim onlara sözümüz yoktur!)
Dedi ki:
— (Soruluyor: “Zıllî eşya kendi mahiyeti ile şey olmayıp, belki kendi aslının mahiyeti ile var oluyor. Böyle olunca, “o, sen, ben” gibi sözler söyleyince; bu asla yakışmayan, “yiyorum, uyuyorum” gibi sözler söyleyen için nasıl doğru olur?”… Cevap: “Biliniz ki, zıl her ne kadar hakikatte aslı ile var oluyorsa da, kendi zılliyeti, gölgeliği, his ve hayâl mertebesinde olsa bile, daima yerindedir; zılliyet ve gölgeliği devamlıdır. “Onları Allah yarattı” kelâmı, bu sözümüze şahittir. Bu zamirlere “ben, sen, o” gibi sıfatları vermek ve söylemek, zılliyet itibariyle caizdir”… Vücud mertebelerinin hepsinin hükmü başkadır. Allah’da yok olan bir şey, Allah değildir.)
“9. Levha: Çile” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (Veli, diktiği gömleği söküyor, tekrar dikiyor, tekrar söküyor… Soranlara: “Gafleti arıyorum!”… Gaflet bile, böyle hâlde nimet… Efendi Hazretlerine birgün sordum, “benim buhranım mı büyük, İmâm-ı Gazâlî Hazretlerininki mi?” diye… “Seninki!” dedi… Kuru sıkı pohpoha bakmam, bir söz fetheder beni… “Ayakta duruşuma hayret ediyorum!” dedin… Cins yönün…)
Dedi ki:
— (Sizin çek meselesi ne oldu?)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Hüsnüniyet meselesi efendim…)
Dedi ki:
— (Nasıl hüsnüniyet meselesi, daha vakti gelmedi mi?)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Gelmedi de… Efendim, bakkala gidiyoruz ve adama parayı vererek tabiî olarak yapması gereken şeyi bekliyoruz. Adam parayı kasaya atıp hiçbir şey yokmuş gibi “ne istiyorsun?” dese, parayı verdiğimizi ispat edemeyiz!)
Dedi ki:
— (Aaa!.. Tabiî, tabiî!.. Ben hep söylerim zaten, kesin birşey yok diye… Demek sende de oluyor… Berber traş ederken hep huylanırdım; eli bir kaysa, ustura gırtlağımı kesecek… Bende hep vehimdi bu… Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin hep devam ettiği ölçü: “Allah’tan başka davranış-kuvvet sahibi yoktur!”… Nakşîlik, bütün ruh inceliklerini toplayan yol…)
Dedi ki:
— (Şah-ı Nakşibend Hazretlerine, “sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?” diye soruyorlar… “Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?” buyuruyor… Hiç bir keramet bu cevaba denk olamaz!)
Dedi ki:
— (Sıkılmadığım tek insansın… Şimdi burada (…) olsa, ne konuşayım ben?.. İyi, hoş ama, olmuyor… Halbuki biz, leb demeden leblebiyi anlıyoruz; ruh… (*) İnsan 40 sene beraber olduğu insanla bile anlaşamıyor… (…) Görüyorsun hâlimi, senden hiçbir şey saklamıyorum; mintanımın içindeki lekeyi bile gösteriyorum… Bizi anlamazlar; “ben de sizin gibiyim” diye, onlar gibi olduğumu göstermek için taklit yapıyorum sanki… Sonra büsbütün çileden çıkıyorum!)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Efendim, bu bende çok kuvvetli bir his… 1973-1974’de, sanki ortalıkta cereyan varmış gibi bir hisle hiç sokağa çıkamaz hâle gelmiştim… Şimdi de kapandım. İnsandan kaçıyorum, sıkılıyorum… Bu yüzden bir ara (1970-1971) ablam, beni psikoloğa görünmem için iknaya çalışıyordu… Tepki gösterince büsbütün haklı olduklarını sanıyordu… Anlamıyorlar!)
Dedi ki:
— (Sakın ha! Ruh kamaşması içinde insan küfre kadar düşer; bu hâli anlamazlar. Öyle ilaç-milaç… İnşallah benim elimden olur!)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Şimdi değil efendim; o benim ruhî tahlilimi yapmaya kalkarken, ben onun… Ruhiyatçılar ruhtan anlamıyor!)
Dedi ki:
— (Bu yolun yolcuları, her ne zaman meşreplerine aykırı bir kimseye rastlayıp onun nisbetinden müteessir olsalar, -onlar sülûk ehli, ilim ve takva erbabı da olsa-, bu yükü hissederler. Zira bu tarikat azizlerinin nisbeti bütün nisbetlerden en alâ, en lâtif ve en güzeldir. Bu sebepledir ki, kendi nisbetlerinden başkası, gönüllerine “bâr-ağırlık ve keyfiyete uzak” olur. Bazen de “bâr” kelimesiyle maraz ve hastalık kastedilir. Nitekim derler ki, “filân filâna yük bindirdi”, yahut; “filân filânın yükünü üzerine aldı”… Bu sözlerden kasıt, birincisinde marazın yüklendiği, ikincisinde ise kaldırıldığıdır. Malûmdur ki, bir marazın kaldırılması veya havale edilmesi, Hâcegân yolunun erlerine mahsus bir hassadır…)
“10. Levha: Tilki Günlüğü” Bölümünden İlk Altı Hikmet
Dedi ki:
— (Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz; / Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık. / Her gece rüyamı yazan sihirbaz, / Tutuyor önümde mavi bir ışık.)
Dedi ki:
— (Lûgat, bir isim ver bana hâlimden; / Herkesin bildiği dilden bir isim! / Eski esvaplarım tutun elimden; / Aynalar söyleyin bana, ben kimim?)
Dedi ki:
— (Gece bir hendeğe düşercesine, / Birden kucağına düştüm gerçeğin. / Sanki erdim çetin bilmecesine, / Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.)
Dedi ki:
— (Nizam köpürüyor, med vakti deniz; / Nizam köpürüyor; tâ çenemde su. / Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; / Suda ezel fikri, ebed duygusu.)
Dedi ki:
— (Mâ: Su. Âb… Mâî: Su cinsinden, su renginde. Mavi… Rüyâ: Düş… Rûyâ: Yerden biten (bitki)… Kamus: Büyük lûgat kitabı. Deniz. Denizin ortası, derin yeri… Derya: Deniz, bahr… Dery: Bilmek… Deryân: Bilmek, ilim… Nizamî: Hakîm… Gabir: Gelecek zaman. İstikbâl. Kalan… Kabir: Mezar… Kust: Topalak otu.)
Dedi ki:
— (İSTİKBÂL İSLÂMINDIR; ne güzel bir mevzuun var… Allah ne kadar ömür verir, daha ne kadar yaşarım bilmem. Ama senin, bizim davamızda bir hayli hisse sahibi olarak görünmen lâzım… Zaten benim bir takdim yazım olacak… Bütün hüviyetin görünecek!)
“11. Levha: İthaf” Bölümünden İlk Beş Hikmet
Dedi ki:
— (MESNEVÎ’de: “Ey gönlüme hayat veren Hüsameddin, Mesnevî’nin altıncı kısmını yazmak için gönlümde meyil uyandı… Senin gibi bir allâmenin cezbesi ile bu Hüsâmî-nâme her tarafı dolaştı… Ben senin gönlünü hoş etmek için bu Mesnevî’nin tamamında altıncı kısmı sana armağan ediyorum”… Ve aynı çerçevede: “Bizim iç âlemimiz senin ahengine uysun, harekete gelsin, bu mânâların kelimelerini nazma başlasın” buyurulmuştur.)
Dedi ki:
— (İkimizi anlatıyor şiirlerim, bayılacaksın… “Ölmeden önce nefsini hesaba çek!”… Nefs muhasebesi!.. Ben yaşadığımı, fikrimi, şiirimde de yazarım… Yaşamak lâzım!.. Şerlok Holmes’i yazan… Kimdi o?.. Büyük resim koleksiyonu vardı…)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Hatırlayamadım…)
Dedi ki:
— (Neyse… Polisiye-hafiye romanı. Ama onda basit hadise anlatma değil… Küçük şeylerin arkasını kurcalıyor. Gerisi hep onun kopyası.)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Teferruatçılık şuuru…)
Dedi ki:
— (Evet. Kelimesine bir gazeteden bir altın alıyordu… Uzatıyor… Hissettirmeye çalışıyorlar, hani “fazlalıklar” filân diye… “Hangisi?” diyor; gösterin!.. Cevap veremiyorlar, utanıyorlar, “hık, mık”… “Ben buldum!” diyor: “Bakın iki kelime!”… İsmini gösteriyor!.. Şöhret… Nerde bizde sanatkâra, fikirciye…)
S. Mirzabeyoğlu:
— (Size verdiklerini kimseye vermezler efendim…)
Dedi ki:
— (Vermezler!.. Mısraı 7-8 bin liraya geliyor… Kelimesi 800-1000 lira… Fikir ekmek gibi. Hayatım boyunca fikre değer verilmesinin kavgasını yaptım… Fikir haysiyetinin.)
KAVANOZ
Bir cümbüştür kopsa da, gece, yakamozlarda;
Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda…
YÜK
Bu yük senden Allah’ım, çekeceğim, nâçarım!
Senden sana sığınır, senden sana kaçarım!
AŞK
Allah, Resûl aşkıyle yandım, bittim, kül oldum!
Öyle zayıfladım ki, sonunda herkül oldum.
“12. Levha: DEDİ Kİ (I) Veliler Diyarında” Bölümünden
VAN
1975 Ağustos’un 27. Salı sabahı… Şaban ay’ının sekizi… Cildi, mavi ve yeşilin binbir tonuyla ürperen Van Gölü üzerindeyiz…
Bizi kanatları üstünde götüren oyuncak kuş, gövdesinin altına büzdüğü lastik tırnaklı ayaklarını indirerek Van Havaalanı’na kondu.
Yanımda, birçok eserimde adı geçen ve mânâsı pırıldayan dostum Muhibullah Işıklar… Efendim ve Mürşidim Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin yakınlarından… Benimle yaşıt… Ama, benim Büyük Kapı’ya otuz yaşında bağlanışıma karşılık, O, ondokuz-yirmi yaşlarında bu saadete ermiş… Yani benden on-onbir yıl kıdemli… Son zamanlarda bütün hayatı seyahatlerle geçen, Hindistan’dan şimalî Afrika ülkelerine kadar hemen bütün İslâm âlemini dolaşan, Avrupa ve Amerika’da bile müslüman toplulukların bulunduğu her tarafı gezen, hiçbir yerde mıhlanıp kalamayan, hattâ arada bir vatanına dönünce de kendisine sabit bir mekân tutamayan, kelebek gibi uçtuğu ve konduğu yer meçhul, yalnız her hac mevsimi Mekke ve Medine’de yeri malum, İstanbul’da ise nerede akşam, orada sabah içiyle hep yerli yerinde, dışıyla daima başka yerlerde bir insan…
(…)
Aylarca, mevsimlerce evvel, evimde bir rüyâ görmüştüm:
Dik, dik, dik bir dâğ zirvesindeyim. Belki binlerce onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik!.. Anlatılır gibi değil… Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslâm harfleriyle iki kelime: DERVİŞ MUHAMMED.
Dehşet!
Bulunduğum nokta ve mezar, aynen Arvas dağlarında gördüğüm manzaraydı ve elenmiş, taranmış toprağını yüzüme gözüme sürdüğüm mukaddes merkade tıpatıp uygundu.
O zaman bu rüyânın Seyyid Fehim Hazretleri’ne ait bir ruhaniyet belirtisi olduğuna dikkat edememiş; ve Kâinatın Efendisine varan “Altun Silsile” isimli ve 33 halkalı zincir üzerinde bir de “Derviş Muhammed” adında bir kolbaşı bulunduğu için tecelliyi ona bağlamıştım.
Aynı silsilenin her büyüğünde cezb hassası aynı olduğuna göre arada bir fark görülemezdi ama rüyâmın fiil hâlinde madde âlemine uyması, İstikameti Seyyid Fehim Hazretleri’ne bağlıyor ve hele onun “Muhammed Fehim” adını öğrendikten sonra bütün Silsile boyunca Efendimden ve onun Efendisinden yön aldığım belli oluyordu.
Ziyaretten sonra bende kalan ve en tesirli ilacın yerine getiremeyeceği intiba, müthiş, müthiş bir hafiflikti. Aynı hafiflikle karanlık iklim İstanbul’a dönüyor ve daha önce belirttiğim gibi, uçak beni uçurtmuyor, ben onu uçurtuyordum.
Gözümün önünde artık son nefesime kadar benden ayrılmayacak olan o beyaz, o gelin odası beyazı, o nur beyazı, o beyazlık mayası beyaz, mübarek çerçeve ve içinde baş ve ayak uçlarındaki iki hitabeden mânâlar:
Hazret-i Seyyid Fehim, o irfan ve din merkezi ki,
Göçüşüyle topraktan eflâke dek topyekûn mekân matemle doldu.
Ağlayan Gâipler âlemi, ardından nida etti ve dedi:
Gitti… Kâinatın O var diye var olduğu rahmet tacidarının yanına…
Ve:
O ki, Mesih nefesiyle gönüllere ebedî hayatı üflerdi. Nakşîlik mesleğinde Rabbânî yolu, Halidî tavrı ve Seyyid Tâhâ tasarrufu üzerindeydi. Gitti… Ve dört şey bıraktı: Rabbi bilmek, hakkı aramak, gönlü sefalandırmak, vefa.
Beyazlar içindeyim… Beyaz, beyaz… Başı, sonu görünmez beyaz bulutlar… Sanki gökler, kara dünyaya bembeyaz bir ihram geçirmek istiyor… Mücerredin rengi beyaz; içinde hiçbir nisbet ve kıyas rengine yer vermeyen bir beyaz… Kesiksiz vefa, sonsuz safa beyazı…
“13. Levha: DEDİ Kİ (II) Vatanımı Buldum” Bölümünden
Bu darlıktan kurtulmak istercesine irkildiğim zaman da, karşıma Seyyid Tâhâ Hazretlerinin mezartaşı dikiliyor ve “Hadîs” olmak şerefini kazanmış şair Lebid’in bir mısraı kulaklarımda çınlıyor:
— “Söz odur ki, Lebid söylemiştir: Allah’tan başka her şey bâtıl…”
İleride, “Şeytan Köprüsü” denilen çukur bir yerde benzinimiz tükeniyor, sağa sola yalvarmalarımıza kimse metelik vermiyor, ertesi akşam Van’da vereceğim konferansın suya düşme ihtimali beliriyor. İkinci araba önümüzden daha evvel gelip geçmiştir. Ne yapacağız şimdi; “Şeytan Köprüsü” çukurunda mı kalacağız?
Nihayet bizi yakınca bir yere, meselâ Başkale’ye atabilecek kadar benzin bulabiliyoruz.
Dış dünyanın itici, dürtükleyici tesirleri ne olursa olsun, asla üç buudlu dünya içinde karar kılamıyoruz.
Gece… Öbür otomobildeki arkadaşlar kayıp… Başkale’den alınan benzin… Kapkaranlık yollarda fenerlerimizin bir ân aydınlatıp karanlığa salıverdiği telgraf direkleri… Kartallar uykuda… Bizse otomobili iç ve dış fenerleriyle, kendi ışık kozamız içinde, bir kıvılcım gibi dipsiz karanlıkta yuvarlanıyoruz. Feza gemisinde miyiz, ne?..
Van… Her şey yerli yerinde, dünya yerli yerinde, ama ben yerli yerimde değilim.
Bu zamana kadar gördüklerimin belki en naziği, en fedakârı, en şefkatli ve riayetlisi Kadri Perihanoğlu’nun evinde, türlü nüvazişler içinde iki gece misafirlik… Muhip beraberimde… Herkes, beşeri ünsiyet derecesinin son haddiyle beni halkalamakta, kucaklamakta, okşamakta… Binlerce gencin ve Van’lı gönüldaşın heyecanla dinleyip ellerini patlatırcasına alkışlar içinde beni havalara uçurduğu konferans… Ama benim gözümde herşey çıkartma kağıdı plânında… Konferanstan sonra, ertesi günü uçağa atlamak üzere, kuş tüyü şefkatiyle insana sarılan yatağa girince, gözümün önünde, bir karış yüksekliğinde taştan, müstakil bir çerçeve, iki ucunda birer kitâbelik taş, toprak bir zemin… Bu toprak, nefes alıp veren bir göğüs… İnip çıkıyor ve zamanı yürüten ahengi besteliyor:
— “Allah, Allah, Allah…”
VATANIMI BULDUM
Ankara’nın Bağlum, Van’ın Arvas ve Şemdinli’nin Nehri noktaları arasındaki müselles içinde yoğunlaşıp, denizleri ve karalariyle bütün Türk sınırlarını çizen mânâ… Mekke ve Medine kaynaklı, Şam, Buhârâ, Serhend ve daha birçok mübarek yerle çerçeveli, bugün kalan pay olarak da en sağlam mekânlaşmayı işte bu müselles içinde perçinleyen ruh…
Ah, ah!..
Malik olduğumuzu sandığımız nice şey var ki, onları her an yeniden arayıp bulmadıkça sahiplik ne mümkün!..
Evet, vatanım içinde vatanımı buldum!..
Eserin “Takdim ve İthaf” Bölümü Tam Metni: