Ortadoğu, Mezopotamya ve Anadolu… Peygamberler, Velîler, Âlimler, Kumandanlar diyarı… Din-i İslâm ile kalbleri bir, gönülleri bir, ruhları bir olan kardeşler diyarı… Türk’e sorsanız Türklük nedir bilmez de, “İslâm Ümmeti” der; nitekim, adı Osmanlı ile destanlaşmıştır. Arab’a sorsanız Arablık nedir söylemez de, Asrı Saadet’ten Abbasîlere bir nizam müjdelemiştir. Kürt’e sorsanız Kürtlük nedir umursamaz da, Selahaddin’le Kudüs’e koşan Eyyubî olmayı dilemiştir. Binlerce yıldır bu böyledir, böyleydi. Tâ ki fitnenin merkezi Batı ve Siyonizm, İslâm ümmetinin zayıf düştüğü ânda onu içten içe parçalayıp birbirine düşman eden fikirleri ruhlara zerkedene kadar.
Oysa Türk’ü Kürt’ten, Kürt’ü Arab’tan, Arab’ı Türk’ten ayırmak imkânsızdı, imkânsızdır. Bu kardeşlik elbette kendi başına gerçekleşmedi. Ümmet şuurundan mülhem hareket eden İslâm ittihadı dâvâsının öncü liderleri ve kanaat önderleridir bu kardeşliğin en büyük mimarları. Ülke gündemindeki mevzuya binaen söylersek, “Türk ve Kürt kardeşliği”nin tesisinde iki büyük kumandanın adı ön plana çıkacaktır: Yavuz Sultan Selim Han ve İdris-i Bitlisî Hazretleri… İslâm ittihadı dâvâsının yılmaz öncüleri, gönüldaşları, kardeşleri ve bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliğinin mimarları…
Kürtlerin gözünde Yavuz Sultan Selim, ikinci İdris-i Bitlisî iken, Türklerin gözünde İdris-i Bitlisî, ikinci Yavuz Sultan Selim’dir. Öyle ki; hangisini anarsanız anın, birini diğerinden ayırd edemezsiniz, tarih buna izin vermez, zaman buna izin vermez, iş ve eylemleri buna izin vermez. Aynı idealin, “İslâm birliğinin Ehli Sünnet ve’l Cemaat anlayışı çerçevesinde ittihadle sağlanacağı” dâvâsının yılmaz mücadelecisi bu ikili, ölümlerini bile bu ittihadla süslemişlerdir. “İslâm Birliği-İttihadı” için akınlar düzenlemekle birlikte, gerek tedrisat sahasında, gerekse askerî, siyasî ve ekonomik çerçevede faaliyetlere girişen bu ikili, kısa süre içerisinde ideallerini gerçekleştirmiş, hatta gerçekleştirmekle kalmayıp, yüzlerce yıllık bir tarihî birlikteliğe de imza atmışlardır. Her ikisini de tarih, altun harflerle ve hürmetle sahifelerine kazımıştır.
Peki, bahsini ettiğimiz, Yavuz Sultan Selim Han’ın dostu ve müsteşarı İdris-i Bitlisî kimdir?
İdris-i Bitlisî Hazretleri; bazı kaynaklara göre 1452 tarihinde Bitlis’te dünyaya gelmiştir. Babası, meşhur İslâm âlimlerden Molla Câmî’nin sohbetlerine iştirak etmiş mutasavvıf bir âlim olan, Mevlânâ Şeyh Husameddin Ali’dir. Babasının kaleme aldığı eserlerinden ikisi, İrşad’ül-Menzil’il-Küttâb adlı tefsir ile Şerh-u İstilâhât’is-Sufiye adlı tasavvufi eserdir.
İdris-i Bitlisî ilk resmî siyasî vazifeye, 1478 yılı veya hemen sonrasında, Akkoyunlu Sultanı Yakub Bey‘in münşî’i olarak Tebriz’de başlar. Sarayda daha başka vazifeler de yüklenen İdris-i Bitlisî, bu devletin 1501 yılında Safevîlerce tamamen ortadan kaldırılmasına kadar hizmetlerini sürdürür. Sultan Yakub Bey‘den sonra yerine geçen Sultan Rüstem ve Elvan Bey de siyasî ve askerî kabiliyetlerinden dolayı ona büyük saygı göstermişler ve devletin idarî işlerinde kendisine danışmışlardır. İdris-i Bitlisî, yaklaşık yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde bulunmuştur.
Sühreverdî tarikatına bağlı olan İdris-i Bitlisî Hazretleri, Kürtçe kadar, Farsça ve Türkçeyi de çok iyi bilmektedir. Akkoyunlu Türkmen devletinin başkentinin Diyarbakır olduğu demde, burada, hükümdar Uzun Hasan Bey’in sarayında şehzadelerin hocası ve kâtib olarak çalışır. İdris-i Bitlisî, Şah İsmail Tebriz’i işgal edip Akkoyunlu devletini yıkınca, İstanbul’a gelir ve bizzat II. Bayezid‘le görüşür. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterir ve kendisini Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla vazifelendirir. İdris-i Bitlisî, Osmanlı’nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı meşhur eserini bu görevi esnâsında yazar.
Sultan Bayezid’in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris-i Bitlisî Hazretleri, yeni sultanın Doğu siyasetini kendisine danışacağı müsteşarı olur. Yavuz Sultan Selim’le birlikte Çaldıran seferine katılır, savaş sonunda Osmanlı hakimiyetine geçen Tebriz’de bir süre kalarak Ulu Cami’de halka vaazlar verir. 1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıkınca, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı’ya katılma kararı alırlar. Bu talebi de “Ariza” adlı bir metinde anlatan beyler, kendilerini temsilen İdris-i Bitlisî vasıtasıyla bunu Sultan’a iletirler.
İdris-i Bitlisî‘ye ilâveten, İslâm birliğinin zaruretine inanan, başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 kadar Kürt beyi (Ümerâ-yı Ekrâd), Osmanlı Devleti ile birlikteliğe dair arzularını ve Şiî zulmünden bıkkınlıklarını padişaha arzederler. Şah İsmail‘in Diyarbekir’in muhasarası için gönderdiği orduyu, on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, daha önce de Şiîlerin Diyarbekir’i sürekli kuşatmaları yüzünden yukarıda adı geçen mektubu (“ariza”) Yavuz Sultân Selim’e göndermişlerdir. Bu mektubta bahsedilenler şunlardır:
“Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşlar’ın neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiretler tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip M……. ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuşdur.”
Bu mektubun dışında İdris-i Bitlisî, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname’de “Bilâd-ı Ekrâd”, yani “Kürt beldeleri” hakkında bilgiler verir.
Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmez ve bu “bendeleri” Safevî tehdidinden kurtarmak üzere harekete geçer. Yavuz Sultan Selim Han’ın emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve İdris-i Bitlisî’nin bilfiil desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu toplanır ve Diyarbekir, Safevîlerin zulüm ve işkencesinden kurtarılır. Safevî kumandanı Karahan ise Mardin’e kaçar.
Yavuz Sultan Selim ile birlikte, Osmanlıların Doğu siyasetini belirleyen İdris-i Bitlisî’dir; aynı zamanda o bu siyasetin mimarlarından birisidir. İdris-i Bitlisî’nin basiretli siyaseti sayesinde, Çaldıran Savaşı’nın hemen akabinde bu bölgeler Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safevî tehlikesini önemli ölçüde püskürtür. O zamana kadar Safevîlerden rahatsız olan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verirler. Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında tabiî bir ittifakın oluşması anlamına da gelir.
Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangibir birlik olmayan Kürt beylerinin hakimiyeti altında ve Safevî tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra, bu mesele de halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı hâline gelecektir. Bunu sağlayan en önemli aktör ise, Kürt din âlimi İdris-i Bitlisî‘den başkası olmayacaktır.
Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisî‘nin siyasî ve askerî tavsiyelerine neredeyse harfiyen uyar. Hatta Çaldıran Savaşı dönüşü, Diyarbakır ve Mardin gibi önemli vilayetlerin Osmanlı hâkimiyetine geçmesinin gerekli olduğunu Yavuz Selim‘e telkin eden de odur. Çünkü İdris-i Bitlisî, Safevîlerin hâkimiyeti altında bulunan bu bölge fethedilmediği takdirde, bu devletin Osmanlı iç siyasetine karışmaya devam edeceğine ve Çaldıran Zaferi’nin bir mânâsı kalmayacağına inanmaktadır. O, ayrıca, bu işin kolayca halledilebileceğini de bilmektedir; çünkü çoğunluğu Sünnî olan halk ve mahallî idareciler, Şiî Safevîler’in idaresinden hiç de memnun değildir. Bundan faydalanmayı düşünen İdris-i Bitlisî, hem bir kumandan hem de bir siyaset adamı olarak olağanüstü bir çaba harcar ve Yavuz Sultan Selim Han kadar kendi ideali de olan İslâm Birliği dâvâsının en büyük adımlarından birini böylece atar.
Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dâhil edildiği gibi, İdris-i Bitlisî’nin Yavuz Selim Han adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde, Bitlis, Urumiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlanır. Yavuz Sultan Selim Han, bu üstün başarılarından dolayı İdris-i Bitlisî’ye bir ferman gönderip, Diyarbakır bölgesini ona “temlik” olarak verir. Bu ferman akabinde, Osmanlı Devleti’nin üçüncü Kazaskerliği olan “Arab ve Acem Kazaskerliği” 1516 yılında Diyarbakır’da kurulur ve Diyarbakır başkent yapılarak bölgenin idaresi İdris-i Bitlisî’ye bırakılır.
İdris-i Bitlisî’nin bir başka bilinmeyen yönü de, onun sadece Kürt bölgesinde İslâm ittihadı dâvâsı gütmekle kalmayıp, Suriye ve Mısır’ın fethinde de aynı çabayı harcamasıdır. Bizzat Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte bu ülkelerin fetih hareketlerine katılmış ve mezkûr bölgelerin Memlûkluların hâkimiyetinden Osmanlıların hâkimiyetine geçmesinde rol oynamıştır. Osmanlılara bağlanan bu toprakların nasıl idare edilecekleri ve statülerinin belirlenmesinde Yavuz Sultan Selim Han‘a yol göstermiş, Yavuz Sultan Selim Han bu Kürt âlim ve kumandanının telkin ve direktiflerini dikkate almış, bu yönde bir idarî sistem uygulamıştır.
Yavuz Sultan Selim Han’la inanılmaz bir gönül birliği olan İdris-i Bitlisî Hazretleri, aynı gönül bağlılığını ölümünde de yansıtır. Nitekim Yavuz Sultan Selim Han’ın vefatından kısa bir süre sonra kendisi de vefat eder. Kabri bugünkü Eyüp semtinde, kendi adıyla anılan “İdris Köşkü” veya “Çeşme” denilen mevkîde, hanımı Zeynep Hatun’un vakfederek yaptırdığı mescidin bahçesindedir.
Ardında onlarca kaynak eser bırakan İdris-i Bitlisî‘nin eserlerinden bazıları şunlardır: Risâletü’l-İba an Mevâki’il-Veba, Risale fi’t-Tâ’ûn ve Cevâz’il-Firâr anhu (tıbla ilgili), Tercüme-i Hayât’ül-Hayevân (zooloji ile ilgili), Risâle-i Bahâriyye Yâ Rabî’a’l-Ebrâr (kozmoloji ile ilgili), Risâle fî’n-Nefs, Şerh-i Hâşiye, Tecrid, Münâzara-i Işk bâ Akl, Rafizîlere Reddiye (felsefe ve kelâm ilmi ile ilgili), Mir’âtü’l Uşşak, Tuhfe-i Dergâh-Alî (tasavvufla ilgili).
O’na ait bir beyitle yazımızı nihayetlendirelim.
Zulüm bir ateştir, onun küçüğünü hakir sanma,
Ne çok olur ki, bir ateş kıvılcımından bir şehir yanar.
Aylık Dergisi, Ocak 2010