Mülteci Dosta Mektub

Aşağıda okuyacağınız, değerli yazarımız Sinami Orhan’ın mektubu, yayınlanmak üzere kaleme alınmamıştır. Fakat mektubu alan gönüldaşımız Mustafa Saka, yayınlanmasında isabet ve kıymet gördüğünden bize iletti ve biz de kendisine katılarak istifadenize arzediyoruz. Birkaç hususi yeri redakte ederek ve samimi ifade tarzına dokunmayarak sunacağımız mektubdan büyük zevk alacağınıza inanıyoruz. (Akademya)

***

Selâm kardeş…

Yazdıklarını okudum; “mültecilik” meselesinde elbette ki, “yaşayan bilir!”, bizim serdedeceğimiz, “biliyorum, çok zordur, büyük derttir!” ve sâir lâfların, “dışarıdan gazel okumak” dahî olamayacağını anlayabiliyorum. Hele ki, giyotinin altına kafasının sokulup sokulmayacağının tartışıldığı adamın, hem de giyotinin altındayken yaşadıklarını, elbette anlamaktan uzağız; fakat tahmin etme elimizde…

Dertler, sıkıntılar, hasretler vesaire… Bak ne tesadüf; şu ân, radyo dinliyorum, bir zamanlar meşhur olmuş bir şarkı çalınıyor: “If you go away…” Sahi! “If you go away”; (hepimiz için, dert ve sıkıntı mekânından, ferahlık ve sefâ mekânına) değişecek ne olurdu?.. Rûhiyattan; insan ruhundan, insan mizacından birazcık anlayabilirsek, değişen bir şeyin OLAMAYACAĞINI da görürdük. Metris’ten 25 Ocak’ta çıkarıldıktan sonra, tam bir sene bizi sebebsiz yere tuttular. Dava üstüne dava açtılar… En azı 7 seneden başlıyordu; ve 45 seneye kadar da ceza talep ediyorlar. Biz içeride kuzu kuzu oturmuş, kasabımızı bekliyorduk. Mahkeme fasıllarının bugün de sürmesine bakarsak, hâlâ da bekliyoruz. N’apcaz!?.. Yapacağımızı yapcaz! Başka çare ve hâl var mı; yok!..

Eskişehir’deyken bin dert vardı; cezaevinin kütüphanesi de, “Bahçevanın el kitabı… Güzel yazı sanatı… Tesviyeye başlangıç… El becerisi nasıl geliştirilir… Boyacılığın incelikleri…” gibi şâheserlerle (!) techizatlıydı… Ama inan, orası benim için dışarıda öğrendiklerimden daha öğretici ve geliştirici oldu bu hâline rağmen… Hani nakledilen bir söz var ya, Napolyon’a atfen: “Gideceğim yere kadar beni kimse durduramaz; vazifem bittikten sonra da bir küçük atom bile beni yok eder!”; Eskişehir, aynen öyle olmak gerektiğini idrak ettirdi…

Amerika’nın dünyaya hediyesi, “pragmatizm-faydacılık”; öz’ü boşveren, keyfiyetin istismarına dayalı bir mezheb… Fakat, doğru tarafından (“hakikate aykırı söz söylenmez”miş ya!) bu bizim de şiarımız olmalı değil mi?.. Arkadaşlarla konuşurken, “en büyük pragmatist Mütefekkir!” diyordum (ve diyorum da). Al sana bir tablo: 25 Ocak… Saat 15 veya 15:30… İçeride 20 kadar arkadaşız… Yaralılar, boğulmaktan kurtulanların böğürtüleri vesaire… Herkes dik! Fakat, “bundan sonra?”yı düşünüyorlar ve tabiî ki zâyiatsız çıkmayı da; en azından ben, yaralanmamaya çalışıyordum o ândan sonra… Etraf su ve toz eşliğinde vıcık vıcık… İçeride “temiz hava” yok, “daha az kirli hava” var ve biz de o taraflara hicretteyiz, başımızda da battaniyeler… Bomba atıldığında battaniyelerin altındayız; öyle ki bazen bomba üstümüze çektiğimiz battaniyenin tepesinde ıslık çalarak fır dönüyor, biz de alttan dürterek onu uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Bir ân… Bizi çağırdı… Gittik o tarafa… Aynı ânda da birkaç bomba atıldı. Eh tabiî, biz tam siper!.. Battaniyeleri çektik üzerimize (yanımda da iki «sarı» gönüldaş var!), alan daraltmak içinde cenin pozisyonunda uzandık. O’nun söylediği gibi yaptık yani… Fakat… Battaniyenin altındayken kafama küçük bir şaplak!.. Zât-ı Şahane!

“-Ne yapıyorsunuz; seyretsenize manzarayı!”

İyi mi!? Ama ne manzara ha!.. Gaz bombası ıslık çalarak fırıldak gibi dönüyor, her dönüşünde içindeki kirli sarı ile mor karışımı gazı dışarıya helezonvâri fışkırtıyor; burnunu kapatıp, gözlerini yumup, ağızdan nefes almaktan başka çare de yok, ne kadar fayda ederse o hâlde… Bunu sonradan anlıyoruz(m). “Başa gelen çekilirmiş!” ya; onun yaptığı da bu ve ondan “ibret, hikmet ve ders” çıkartma derdinde… En kötü durumda bile, o hâlin tahlili, tesbiti, teşhisi derdinde… “Bir ân bile” beyni bundan ayrı kalamıyor.

Latince bir deyim: “Nequequam vacui!”; “Hiç boşluk olmamalı!” Bunu hayatı dolu dolu “yaşamak” mânâsına da alabilirsin; fırsatları, menfî ve müsbet fırsatları, “oluş”un yolunda iliğine kadar istismar etmek olarak da alabilirsin; örgüleştirdiğin “fikir”de iğne ucu kadar “boşluk” olmaması olarak da alabilirsin… “Nequequam vacui; Hiç boşluk olmamalı!” Zehri bile şifaya tahvil etmenin yolunu 25 Ocak’ta, önünde fır dönen gaz bombalarını gözünü bile yummadan heykel duruşuylaseyrederek gösterdi O… En beter hâlden bile bir “fayda” tahvili; en basitinden artık “gaz bombalarına” karşı nasıl bir tutum almamız gerektiğini biliyorum, ilk bombayı atlattıktan sonra gerisi mühim değil, insan alışıyor, “daha yok mu?” diye sorası geliyor, sıhhî olarak nasıl davranacağımızı biliyoruz; ve esas mesele, bütün mesele “irade davası”… En büyük “faydacı” O!..

Zaten öyle değil mi; O’ndan öğrendik: (-Beni böyle ânlarda kurtaran âyet şuydu: “Allah kimseye dayanamayacağı yükü yüklemez!”) Öyle ya, dayanamayacaksan “ötelere”; gidiyorsun; mesele yok; eğer gitmeyeceksen de, o hâl sana bir şey yapamaz; o hâlde “faydalan”, işin sonuna kadar istismar et!… Ölümün ne zaman geleceği de bize gayb olduğuna göre… “İyilik ve hoşluk”, müslümana uzak… İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin buyurduğu üzere, “-Mihnet ve keder, aşkın levâzımâtındandır. Katlanmak gerek!” Ne müthiş “çelişki”; dünyanın sıkıntılarına katlana katlana, dünyaya O’nun emir ve rızası doğrultusunda çekidüzen vereceksin, binbir azab ve ıstıraba katlanacaksın ve yine de dünyadan “uzak” kalacaksın!.. Yemeği yapacaksın fakat yemeyeceksin!.. Ve “rızâ-ı bârî” dedikleri de buradan fışkıracak işte… Ne müthiş “çelişki”; “insan olma sancısı” dedikleri de bu olsa gerek…. Metris’teyken O’nun söylediği bir söz vardı:

“- Hiç yaşamayacağım bir dünya için çırpınıyorum!”

Hülâsa; idrar yarıştırmak olarak anlamayacağını bilerek bir şarkı sözü ile şunu yazmak

(benim/senin/onun/onların, fert fert herkesin hakkı) istiyorum: “-Senin derdin dert midir, benim derdim yanında…” Herkesin ruhî inkişâfı kendine olduğu gibi “spleen-hafakan/iç sıkıntısı” da kendine; YAŞAMAYACAĞIMIZ DÜNYAYA NİZAM VERMEK İÇİN VERİLEN BU HÂLİ, KULLANABİLİYOR MUYUZ, KULLANAMIYOR MUYUZ, İŞTE BÜTÜN MESELE!.. Batılılar, bu hâli yakalamak için afyon, geyik otu vesaire “uyarıcılar” kullanmışlar, “gördüklerini” de kağıda dökmüşler; Rembolar, Bodlerler, Marki de Sadeler, Baconlar, Şekspirler, Zolalar, Sokrat’ın “mavi ışık”ı nasıl doğmuş?.. Mevcut yeterli gelmiyor, arayıp da bulamıyor, “çekiyor”; çektiği veya “çekildiği yerde” de, “ideler”den çalıyor… Bodler’in şaheseri: “Les Fleurs du Mal”… Tütsülenmeden yazdığı tek satır yok ve ilginçtir, şunu yazıyor, annesine yazdığı mektubda: “- 30 senedir beni acılarla yoğuran hayat!..”; bunu da 35 yaşında söylüyor; yani, hayatı “anladığı” ân, “spleen”le tanışıyor… Kurtuluş(?!):”

-Yutuyorum İblis’i, alevi ciğerlerimde

Dolduruyor içimi, sonsuz, suçlu bir arzuyla”…

Çekiyor, tütsüleniyor, demleniyor; “Günlük”ünde -hayatının son ânlarında artık- “bütün uyarıcılara son” dese de… Kitabının ismi bile acâyib ruh hâlini yansıtıyor: “Elem Çiçekleri”… “Elem” mi, “Kötülük Çiçekleri” mi, diye bir tartışma var “çağdaş yazıncılar” arasında; Kitabı, “muzur”luktan ötürü kovuşturmaya uğrayıp, 299 mısrâı neşirden men edildikten sonra, İmparatoriçe’ye yazdığı mektubda, “300 franklık para cezasının ağır geldiğini”, kendisini “muhteşem ve hayranlık verici bir incelikle yargıladığını” söylediği mahkemeye, “İmparatoriçe hazretlerinin müracaat ederek cezasının azaltılmasını” taleb edecek kadar gerçek dünyada “iradesiz ve güçsüz” olan Bodler, şiirlerinde ise insanın “spleen” hâllerini, ki Üstadımızın tabiriyle “rûhî hafakanlarını” çok cömertce verecek kadar usta… Onun içindir ki, “Kötülük” yerine – “Mal” kelimesinin bu mânâsı yerine-, “Elem” diye çevrilmesi (ki Elem, “kötülük”ü bir vechesiyle kapsasa da, Kötülük” elem”i kapsamaz.), daha mânâlı ve uygun gibi…

Bu kadar lafazanlığım niye?..

Kardeşim! Batılı kafanın “uyarıcılarla” ulaşmaya çalıştığı yere, bazılarımızın “tabiî” olarak ulaşması söz konusu; eh, serde şairlik de varken, onun seni istismar etmesindense sen onu istismar et!.. “Les Fleurs du GrŽce”; meselâ yani!!!

“On kadar kitabım var, dönüp dönüp onları okuyorum”, diyorsun ya; “beynin kirlenmiyor” diye geçiştirmek daha hoş ve kolay oluyor… Bir yolunu bulursam (kargo da dünyanın parasıymış yahu!) kitab göndermeyi düşünüyorum ama, ne istersin, bir liste yap da öyle… Piyasada bir sürü kitab var; ben çoğuna “orman katliamı” diye bakıyorum; dişe dokunur bir şeyler bulmak ise çok zor… “Askerlik hatıraları” gibi oluyor ama, “Metris’teyken…” diye başlayıp bir şey daha anlatalım. Daha ilk günler, ziyaretin birisinde, şehir dışından bir çalışma-etüd gibi bir şey yollamışlar O’na… Çağırdı, “şuna bir bakın, varsa bir şey söyleyin!” dedi… “Devletimiz”le alakalı bir çalışma; idârî yapısı, diğerleriyle münasebetleri filan; tamamen külliyatdan iktibas neredeyse… Faydalandığı eserler bahsine baktım, bugün dışımızdaki çevrelerin el üstünde tuttuğu kitablar; hatta Platon’un Devlet’i bile vardı… Fakat, etüdde bir şey yok; “yeni”, “meselenin ve yazarının ruhunu” verici bir şey yok… Bunu nasıl anlatacağız O’na… “Arkadaşımız o kadar kitabı okumuş, bir cehd göstermiş fakat kayda değer bir şey yok!”, diyelim dedim. Hakikaten de öyle, o arkadaş bir “medenî” cesaret” gösterip bir şeyler yazıp yollamış, hemen “yok kardeşim olmamış” demektense, “gayet iyi bir çaba göstermişsin, devam et, daha da derinleştir!”, demek daha uygun ve “insanî”… Tam o sırada gelmez mi!? Hoşbeş… Ve… Bize verdiği dosyayı alıp arkasındaki kitablara baktıktan sonra, “- Böyle kitablar okuyup vakit kaybetmeyin!” demez mi?! Demek istediğim, “öyle kitablar” değilse elindekiler, “beynin kirlenmez”, “boşuna oyalamazlar”… Fakat sen yine de bir liste yolla!..

“Bahsettiğim mevzularda, stratejik veya taktik ilmi tahliller yazacak bilgi, birikim ve kaynak imkanlarından mahrumum” diyorsun ya, bu bahis üzerinde yeni bir “askerlik hatırası” anlatmamak için kendimi zor tutuyorum!.. “Mahrumluk” meselesi üzerinde, “Metrislilerin” söyleyecekleri o kadar çok şey var ki!.. Hele ki, daha “bismillah!” dediğim, girdiğimde yediğim yemeği bile hazmetmeye vaktim olmadan, lûtfettikleri “Paylama Konferansı-1” sebebiyle, ol garibin bir şeyler deme hakkı vardır, diye düşünüyorum… Ardından gelen “Paylama Konferansı-2” neticesinde, “nakavt!” oldum. Daha üç gün olmuştu; koskoca bir gün, o sıcakta ve havasız mekanda, tir tir titreyerek haşat bir vaziyette yataktan çıkamayacak bir hâlde yattım durdum… Acıdı galiba sonra; üzerime gelmedi… Bu da “iyi mi kötü mü” sen karar ver!… Ama, O vereceğini vermiş ben de -zannedersem- alabileceğim kadarını almıştım.

“Hoş geldin dünyaya!..”

Metrisliler bu sözü bilirler… Fakat, hakikaten anlatmakta GÜÇLÜK çekerler… Mesela: Metris’e girmeden önce ziyarete giderdim. Arkadaşlarla konuşur, “içeriyi” koklamaya çalışırdım. Sevgili Şıhım’la (Saadeddin Ustaosmanoğlu) -tek taraflı; yani konuşan o- sohbet ederdim. “- Anlat; O ne yapıyor, ne anlatıyor, ne söylüyor…” Anlatırdı, anlatırdı, anlatırdı… “Yaa… Tabiî.. Öyle öyle…” diye “anlayarak” onaylardım onu… O ise, “anlatmakla olmaz; ne desem boş” derdi… Bunu da “onaylardım!”… Nasipmiş, altı arkadaşla Metris’e alındık… Anlatması zordur, içeriye girerken dahî, “anlatılması zor olanı” hissetmeye başlamıştık. İbda, «fikir» olarak “yürüdüğü” gibi, «cisim» olarak da gözümüzün önünde “yürüyordu”; beyin, ruh, her şey, her şeyiniz allak bullaktı. “Eskiden” -eski, o kadar da eski değil, şunun şurasında iki üç gün önce- öğrendiğiniz, bildiğiniz, daha doğrusu öğrendiğinizi ve bildiğinizi ZANNEDİP, elâleme naklettiğiniz HERŞEYİN bir ânda yok olduğunu, KÖKÜNDEN HATALI olduğunu idrak etme hâli ne demek?.. Üç bin senelik Batı tefekkürü ve bin küsûr senelik İslâm tasavvufunun, binlerce cilt içinde anlatmaya çalıştığı “insan ruhunun yeniden doğru, iyi, güzel yolunda inşâı” meselesini “ZEVKEN İDRAK” ne demek; “Metrisliler” anlatsın!.. Anlatabilirlerse!.. “Hoş geldin dünyaya” gibi “basit, sıradan” bir sözün altındaki kainatı, anlatabilirlerse anlatsınlar… Evvelden ziyaretçi idik; şimdi ise -O’nun sebebiyle- ziyaret edilen… Arkadaşlar da soruyorlar, “nasıl içerisi; ne yapıyorsunuz; anlatsana…” Anlatıyordum… Onlar da TIPKI benim sevgili Şıhım’a yaptığım gibi “onaylıyorlardı” beni… Nihayetinde dobra dobra söyledim: “- Bakın… Anlatın diyorsunuz, anlatıyoruz; buradaki her arkadaş, karşısındaki her ziyaretçiye bir şeyler anlatıyor ve onlar da o anlatılanları “anlıyormuş”casına tasdik ediyorlar; tıpkı benim Şıhım’a yaptığım gibi… Ama şunu biliyorum ki artık, aramızda bir tel kafes olmasına ve kelimelerin tamamını harcayarak konuşmamıza rağmen, ben, bana anlatılardan BİR ŞEY ANLAMAMIŞIM!.. Darılmaca yok; siz de kafa sallıyorsunuz ama bir şey anlamıyorsunuz!”

“Mahrumluk” meselesinden geldik buraya; “maddî” mahrumluk değil -maddî “eksiklik” insan olmanın getirdiği “tabiî” hâl, bize düşen bunu zaten idrak etmek-; iş, bunu “idrak”te… Ve bu eksikliğin idrakı”yla yanmakta ve tutuşmakta… Lâfta değil!..Hâlde!.. Bu nasıl olacak?.. “Valla bilmirem” kardeş!.. Ama oturup durmakla da olacak iş değil. Allah Resûlü’nün ilk geçişinde kendisinden sadaka isteyen dilenciye bir şey vermeyip, ikinci geçişinde vermesinin hikmetini soranlara verdiği cevab: “İlkinde sadece oturmuş ve istiyordu, fakat şimdi elinde bir çubukla yere bir şeyler çiziyordu, bir şey yapıyordu, onun için verdim!” Aynı hikmeti, “bir mevzuunuz olsun; akacak bir kanalınız olsun! emrine de tatbik edebilirsin!. Kendini bir “asl”a bağlayıp açılmak; yani oltayı denize atmak… Olta atmayan adamın, “balık tutamıyorum!” diye şikayet etme hakkı yok; hele bir at, görelim Mevlâm neyler!.. Ki… Sitedeki makalelerin, o çalışma tarzın da yeter… Mahrum olarak onları yapıyorsan… Daha ne istiyorsun Kardeşim!.. Allah arttırsın, versin!..

Misal; senin “AB’nın dalgakıranlığı” meselesi… Bu bir “görüş”… Senin kim olduğun ve maksadın bilindikten sonra, bu ve belki zıddı “görüşler”, bir yanağın okşanıp öteki yanağın tokatlanması mânâsında olacaktır. Böyle anlaşılmalı… “Siyaset yapacağız” dedik ya; esnek olunacak fakat ne tarafa çekersen o mânâya gelecek bir hâl sergilenmeyecek elbette.

Harekiyet alanı şu sözleri: (- İslâm dünyasının derece derece benimsemesi, hissetmesi ve kavgasını yapması gereken husus, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı reddetmek; bizim için de buna ek olarak Avrupa Ortak Pazarı’na girilmesine karşı çıkmaktır… Bunun, başkasının “ol!” dediği şeye sadece “olmam!” demekten ibaret aciz bir tavır belirtmemesi için tek tezi de, bizim “Başyücelik Devleti” modelimizdir; yani, Büyük Doğu-İbda anlayışının otoritesini benimsemek ve hâkim kılmak!..) Esneklik, işte bunun içinde… Ama, nasıl?; buyrunuz lütfen!..

Meselâ… Derinliğine hiç girmiyorum, Lenin’in Rusya’ya hangi devletin muhafazası altında sokulduğu veya Lenin’in Finlandiya’dan gelmesi, bunun yanında Troçki’nin de -hem de o günlerde kendi içinde onlara karşı bir sürek avı başlatmışken- Amerika’dan “çok müspet” gelişmelerle gelmesi… Açıkçası, milyonlarca doların verilmesi… “Düşmanımın düşmanı dostumdur!” Böyle basit bir hâlde tercüme edilemez bu ama; böyle… “Esneklik”?.. Daha ne anlatalım Kardeşim; biliyorsun işte…

Malum, Mac’de yazıp, Fîzan’da bulunan bir yerde PC’ye dönüştürüp öyle yolluyorum yazdıklarımı… Karen Fogg’la alakalı yazdığımı da öyle yolladım… Fakat siteye girip bakmadım; “ek” bölümü olan file’ı mı verdim bilemiyorum. Eğer öyleyse kaydıyla, o “ek”i vereyim sana:

(SON GELİŞMELER ÜZERİNE KÜÇÜK NOT:

Bu makale kaleme alınıp birtakım teknik işlemler akabinde yayınlanmadan önce birtakım siyasî hâdiseler gerçekleşti. Birincisi; Avrupa Birliği’nin “HADEP kapatılmasın” ve “Ermeni soykırımını tanıma” kararları… Basında buna “Fogg’un intikamı” denildi; haklı olarak… İkincisi de, 5 Mart 2002 tarihinde MGK Genel Sekreteri General Özkılıç’ın, Avrupa Birliği’ni TC aleyhtarı faaliyetlere destek vermekle itham edip, “ABD göz ardı edilmeden, Rusya ve İran’la ilişkiler geliştirilmeli” açıklaması… Basında bu da “askerden gözdağı” olarak yer aldı; haklı olarak…

“Medyatik değerlendirmeler” göze hitap eder… Esasta da bir kıymet ifade etmez. Bütün bu gelişmelerde söylenen ve yapılanlardan ziyade, “söylenip yapılması”nın ehemmiyetine dikkat çekmek isteriz. AB’nin ve Generalin açıklamaları bir “tavır”dır, doğru; fakat eskiden bunlar “kapalı kapılar ardında” gerçekleştirilir ve sızdırılırsa da “yalanlanırdı”; şimdi ise “alenen” gerçekleştiriliyor… Mühim olan ve bizim yazdıklarımızın ve tavsiyelerimizin doğru ve tutarlılığını gösterici vechedir bu!.. Askerin bu tip açıklamalar (ve elbette bekleyin daha “beterleri” gelecek) yapmasının sebebi, “üst katmanlardaki” üç buçuk soysuzun desteğini yanına almak değildir, diye düşünüyoruz. Bu tip açıklamaların artık, Avrupa Birliği yanında Amerika ve İsrail’i de kapsayıcı bir şekilde “alenen” yapılmasına zemin hazırlayıcı halk zemini meydana çıkmıştır.

Bu yazdıklarımızla, Generalin sözlerine “tam destek” verdiğimizi zannetmeyin; açıklamanın yapılmasına dayanak noktası olan Prof. Erol Manisalı, bizim topyekûn reddettiğimiz Batı’nın bir ürünüdür; bir “Sabatayist” olmasından ötürü ırken Batılı (İspanyol yahudisi) olduğu gibi, fikren de Batıya karşı bir Batıcı=Kemalist’tir. Bunların Batı karşıtlığı, “çıkar çatışmasından” başka bir şey değildir; özde maddecidir. Bu topraklar onun için “sığınak”tan başka bir değer ifade etmez; fakat Batı’yı topyekûn reddeden İBDA için bu topraklar “öz mal”dır.

Son söz olarak şunu söyleyelim ki; bu açıklamaların daha da “şiddetlilerini”, itham-hedef alanı Amerika ve İsrail’i de kapsayacak bir hâlde göreceğiz. Anadolu üzerinde “hesaplaşma” artmakta. Ve bir ülkenin “çelik çekirdeği” olması gereken Askeriye ÇATIR ÇATIR ÇATLAMAKTA!..

İşte bizim için, söylenenlerden ziyade bu hâl mühim!. Haziran ortalarından itibaren (Ağustos YAŞ Toplantısı’na kadar) Askeri kesimde birtakım tasfiyeler, “kazaî ölümler” ve suikastlar beklemek gerekir. Tıpkı, ‘98 yılında olduğu gibi; fakat daha da şiddetlisi…

Çok az kaldı!

Sabır… Sabır… Sabır!..

Ve: Cür’et!.. Yine Cür’et!.. Daha fazla cüret!..

Anadolu kurtulacaktır!. Anadolu ile de “bölge” ve dünya kurtulacaktır habislerden!..

BATI’YA KARŞI DOĞU-İSLAM’IN; İBDACI ANLAYIŞIN BAYRAĞI ALTINDA!..)

Devlet’e giderken tatbik edilenle, Devlet hâline geldikten sonra tatbik edilecek “bazı şeyler”in FARKLI olması tabiî değil midir?.. Buraya şuradan geliyorum; “eski bir dost” dediğin ve “Yeniçeri’yi tekrar okumamız lazım herhalde” dediğin bahis… Köken itibariyle “cuntacılık” yapmasını tabiî görmekle birlikte bu tavrın onda “bünyeleştiğini” zannetmiyorum; fakat, onun bahsettiğin yazılarını okumadığımı da belirteyim.

Mevzu hakkında şu geliyor aklıma… Bir Hazret-i Ömer… Bir Hazret-i Hamza… Bir Hâlid bin Velîd… Bir Amr İbni As… Bütün hususiyetleri yanında bu zâtların bir başka hususiyeti daha var: Asker olmaları!… Kureyş’in komuta kademesindeler… Hazret-i Hamza’nın müslümanlığını ilânıyla, o ilân sahnesinin verdiği dehşet… Neticede o da “tek” fert idi, bir kılınçlık canı vardı; ama, Kureyş’in “asker” kadrosunun en tepesindeki” birinin, “birinci tehdit” saflarına geçmesinin şaşkınlığının verdiği dehşet, kıllarını bile kıpırdattırmadı onlara… Hâlid bin Velîd Hazretleri’nin hâli daha muhteşem… “İslam, sadece köleleri değil, “kaymak tabakayı” da kendine çekiyordu”nun yanına, “karşı tarafın kolluk güçlerini ve liderlerini de saflarına katıyordu” hakikatini koymak gerekiyor galiba… Bunun yanında hemen şunu söylemek gerekiyor: Aynı şeyi İslam devletinde yapmadılar; yapmaya dahi kalkışmadılar!.. Hedef’e giderken ve vasıl olduktan sonra görülen iki farklı tavır…Yukarıdaki “ek”i de bu meyanda tekrarladım.

Söz bitmez, fakat vaktinde yetiştirilmezse de bir değeri olmaz; onun için burada kesiyorum, sonra sonra tekrar muhabbet ederiz. Nasibse bunu “Fîzan’a götürüp” PC’ye çevirip postalayacağım. Eh kaç gün uğraşırız bilemiyorum. Eskiden millette hep Mac vardı, bir içeri girdik çıktık herkes PC’lenmiş; bütün mesele de buradan çıkıyor. Neyse, Allah yardımcın ve yardımcımız olsun.

Sana, Bodler’in, günün mânâ ve ehemmiyetine uygun harika bir şiiriyle veda edeyim.

Selâmetle kal…

DÜŞMAN (LÔennemi)

Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,

Birkaç yerinde parlak güneşler açan;

Öyle harab çıktım ki bu fırtınadan,

Bahçemde kızarmış tek tük meyve kaldı.

İşte, fikirlerin gözüne ulaştım,

Suyun mezarlar gibi çukur açtığı,

Sel basmış toprakları durmayıp gayrı,

Kürekler, tırmıklarla onarmam lazım.

Boy atacak mı esrarlı gıdayı bulup

Hayal ettiğim yeni çiçekler aceb?

Bir kumsal gibi yıkanmış topraklardan?

-Ey acı! Ey acı! Zaman ömrü yiyor.

Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman

Kaybettiğimiz kanla şişip büyüyor!

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

DAHA FAZLASI