Yahudi Amerika’yı Kim Vurdu?

Allah Resûlü’nün dünyaya teşrifleri esnasında birçok mucize meydana gelmiştir. Bunlardan birisi de, Mecûsilerin yıllardır yanan kutsal ateşlerinin o gece sönmesi… Bugünün dört köşe kafalı mü’mini(!) ve kafiri ise, “ateş, petrolün alevlenmesi ile yanıyordu; söndüğüne göre, petrol kaynağının kesilmesi sözkonusudur!” diyebilir. Aynı, 17 Ağustos 1999 büyük depreminden sonra; 28 Şubat gibi bir Siyonist saldırıdan sonra müslümanların, depremin merkez üssünde konuşlanmış olan ve Allah’a açtıkları savaşı kutlayan İslâm düşmanlarının yerleyeksânında duydukları “ilahî” kudret ve ibret hissini “sismik bomba” laflarıyla boğmaya çalışan dörtköşe kafalı müminler (!) ile kafir soyunun yaptığı gibi…

İddialarını kabul edelim; “evet, muhalfarz petrol tükendi onun için ateş söndü; bu yine birşeyi değiştirmez, ateş O GÜN söndü” veya “sismik bomba atarak deprem oluştursalar da, deprem işaretli 17 AĞUSTOS’ta oldu!”

Rahmî Necip Fazıl diyor ki:

“-Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, MADDE GÖZÜYLE GÖRÜLEMEZ ve ÖLÇÜLEMEZ MÜESSİRLERE bağlamak anlayışıdır.

Ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve üstünde, gıyabında ve maverasında, üstün bir SEBEB KUTBUNA iliştirerek mânâlandırır.

Hakir bir gözyaşı damlası, herhangi bir dış tesir yüzünden herhangi bir guddenin maddi tagayyürüne mi işarettir; yoksa aynı maddi tekevvün zincirinin başında, maddeye hâkim, fakat MADDE ÇERÇEVESİNDE GÂİP, ÜSTÜN ve MANEVÎ BİR KUVVETE Mİ delâlet? Sualin ikinci şıkkına “evet!” diyen RUHÇUDUR…

Ve bizim elimizde ruhçuluk, Allah’a, hem de Peygamberinin mutlak yolundan bağlı olmanın bir neticesidir. GERÇEK MÂNÂSIYLA MÜMİNLERİN, EŞYA VE HADİSELERE BAKIŞINDAKİ MİZAÇ ve ÜSLÛB ÖLÇÜSÜ… Bütün cemad, nebat, hayvan ve insan kadrolarıyla kâinatın, ezelî ve ebedî, kendi kendini aşma cehdi içinde derin bir manevra humması çekmesi ve bütün iş ve hamle merkezlerini bu nokta etrafında ayarlaması mefkûresi… İşte ruhçuluk…”

“Dünyanın kalbine kamikaze: En az 20 bin ölü!.. ABD böyle terör görmedi. ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve ABD Savunma Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı ve Kongre binasına düzenlenen uçaklı saldırılar, ABD hedeflerine bugüne kadar düzenlenen en büyük terörist saldırılar olarak tarihe geçti.”

11 Eylül 2001 Salı, tarihe muhteşem bir şekilde kaydetti kendini. Kendini dünyanın jandarması, hâkimi, ticarî merkezi olarak ilân eden Amerika, kanla kurduğu bu insanlık düşmanı nizâmının; kuruluşundan bugüne, önce kıtanın asıl sahibleri Kızılderili’lere, sonra çevresindeki Meksika, Küba, Nikaragua, Panama, Honduras, Filipinler’in halkına, 1950’lerden itibaren tüm dünyaya, 1990’lardan itibaren de hususen müslümanlara karşı tatbik ettiği vahşetin karşılığını “SEREMONİ” (açılış!) kaydıyla aldı…

Dünya Ticaret Merkezi, “sembol” niteliğindeki ikiz kuleleri ve yan binaları ile tamamen tahrib oldu. Savunma Bakanlığı, yani bütün hain plânların komuta merkezi Pentagon tesirsiz hâle getirildi. Dışişleri Bakanlığı ile Kongre binası da… Amerika, katlettiği milyonların “ahını” aldı; toplam cezanın “seremoni”siyle de başlangıç yapıldı.

11 Eylül, “Tilki Günlüğü”nde şöyle kayıtlı: “GÜNLÜK BİR TARİHÇE”…

Günlük, “günlük hâdiseleri kaydetmeye yarayan defter”dir ya, işte oraya koskoca bir tarihin “hülasası”, 11 Eylül’de kaydedildi!..

“-Beyaz Saray sözcülerinden Ari Flieischer, Bush’un, başkanlık uçağı Air Force One’da yaptığı konuşmada, “Bu insanları bulacağız. Bu ulusa karşı yaptıklarının sonucuna katlanacaklar. Ne gerekiyorsa yapacağız. Hiç kimse bu ülkenin ruhunu köreltmeyecek” dediğini kaydetti.”

Bu saldırıları kim yaptı?! Şu âna kadar bir bilgi yok; şüpheliler listesi ise Usame Bin Laden’le başlayıp, Irak ve Filistin kökenli “teröristler” ile bitiyor. Dikkati çeken, baş şüphelinin İslâmcılar olması; Amerika, tokadı kimin atabileceğini iyi tahmin ediyor ki, Japon “Kızıl Ordu”nun saldırıyı üstlenmesine kimse ehemmiyet vermedi bile…

Fail kim?! Kartondan bir dev olduğu ortaya çıkan, CIA-FBI-MOSSAD’a bir kıyak:

“Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli-düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerlebir ettik.” Neml Sûresi, 50-51. ayetlerde Allah böyle buyuruyor!

“Kıyamet koptu!.. ABD dün dehşetle uyandı… İki uçağın çarptığı Dünya Ticaret Merkezi’nin iki dev gökdeleni yerle bir oldu. Pentagon alevler içinde. ABD ordusu kırmızı alarmda.” “Saldırıda kullanılan 4 uçaktan üçü hedefini buldu. Düşen dördüncü uçağın hedefinin ABD başkanlarının yazlığı Camp David olduğu açıklandı.”

United Airlines Company’ye âit olan, içinde 48 yolcu 7 mürettebatın bulunduğu Boeing 757 tipi uçağın Pitsburg açıklarında düştüğü bildirildi. Daha sonra yapılan açıklamada ise, uçaktaki yolcuların telefon vasıtasıyla saldırılardan haberdar olup, “nasılsa öleceğiz!” diyerek başkalarının da ölmesini engellemek için uçağı düşürdükleri açıklandı! Yolcuların uçağı düşürmeden önce F-16 füzeleriyle öldürülüp öldürülmediği açıklanmadı!..

ABD Başkanı Bush’un hâdiseyi Florida’da bir ilkokulda öğrendiği hemen sararıp kızardığı, sonra Washington’a doğru uçakla hareket ettiği, “Yapanları bulup, cezalandıracağız!” dediği; fakat gökyüzünde üç adet meçhul uçak olduğundan, yolunu değiştirip Nebraska Nükleer Tesislerinin yerin 25 kat altındaki güvenli bölgeye sığındığı bildirildi.

Hâdise duyulduğunda Filistin, Irak, Ürdün’de halkın sevinç gösterileri yaptığı görüldü. Suudi Arabistan’da halk sokağa çıkamadı; fakat evlerde şenlik yapıldığı haberleri yayıldı. Türkiye insanı “bize 1 milyar dolar vermek için validemizle desti izdivaç isterdin ha! Al işte cezanı!” dedi. Bazı cezaevlerinde sloganlar atıldığı ve tatlı ikramları yapıldığı bildirildi. Başlarına gelenlerden hâlâ ders almayan, üstelik “1 Eylül Emperyalizmle Barış Günü”nde uzattıkları zeytin dalı da kırılan yurtsever çevreler ikiye ayrıldı. Bir kısmı, “bu yurtsever harekete karşı uluslararası bir komplodur!” derken, diğer kısmı “faillerin uçak yani demir-çelikle saldırmalarından ötürü Demirci Kawa ile alâkaları olabilir” dedi.

İsrail, Almanya, İngiltere, hava sahasını iki gün boyunca kapattıklarını açıkladılar.

Günlük bir tarihçe!..

Yıllık bütçesi 27 milyar dolar olan CIA-FBI- Ordu İstihbaratları, 7 uçağın kaçırılışında uyudular. Salamon Kemirel’in ifâdesiyle, “Himalayalardaki karın içindeki sineği bile uzaydan takib eden Amerikan İstihbaratı iflâs etmiştir!” Bu, “fevkalâde mühümdür binaenaleyh!” İflâs eden sadece Amerikan İstihbaratı değildi; başta MOSSAD olmak üzere “dost ve müttefik devlet istihbaratları” da iflas etmiş ve “güvenilirlikleri” ve imajları ve prestijleri bir daha ayağa kalkmamak üzere yere çökmüştür.

Amerika’nın “dokunulmazlığı” yere çalınmıştır..

Şimdi başta Amerika olmak üzere “müttefikler”, “bu nasıl oldu?” şaşkınlığı ve “DAHA NELER OLACAK?” korkusu ile yaşamaktadırlar.

Şaşkınlık ve korkularının sebebi, Üstad Necib Fazıl’ın “O”na ithaf ettiği 1983 tarihli “ÇOCUK” şiirinde…

“Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;

Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…

 

Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;

KARINCAYA göz atsa “niçin, nasıl” ve HAYRET…

….

Allah diyor ki: “Geçti gazabımı rahmetim!”

Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim…

Günlük bir tarihçe!..

Neml-Karınca sûresi 50-51. ayetler –meâlen-:

“-Onlar bir hileli düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.”

Bu âyetler SALİH Aleyhisselâmın kavmi içindir!..

“Karıncaya göz atsa “niçin nasıl?” ve hayret…”

Amerika’da, New York’ta bulunan “Dünyayı aydınlatan Özgürlük Anıtı”, bir sembol olmuştur. Amerika denince veya “özgürlük anıtı” denince birbirleri gelir akla. Anıt, “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi”nin 1876’daki 100. yılında Fransa tarafından hediye edilmiştir. Anıt, 4 Temmuz 1886’da bugünkü yerine dikildi. O yıl, en yaygın, en büyük grev sahnedeydi. 500 bin işçi hakları için mücadele ediyordu. “Özgürlük Anıtı”nın üzerinde ise şunlar yazılıdır:

“-Bana yollayın yorgunlarınızı, yoksullarınızı / Soluk almaya özlemli kıstırılmış yığınlarınızı / Bana yollayın yuvasızları, fırtınaya uğramışları / Altın kapının yanında, kaldırıyorum lambamı.” (1)

“Yolluyorlardı”… Daha önce “keşfetmek(!)” için yolladıkları, ırz düşmanı, hırsız, katil serserilere, bunlar Anglosaksonlar ve Protestandılar, şimdi, içlerinde yine aynı tiynettekiler olmakla birlikte kendilerine “yeni bir dünya, yeni bir hayat” kurma hayâlindeki Avrupa’nın “dertlerinden” bıkmış Polonyalıları, İrlandalıları, Yunanlıları, İtalyanları, Almanları “yolluyorlardı”… Yoksullar, evsizler yollanıyordu; ev sahiblerinin evlerini, işlerini gasbetmek için…

22 Nisan 1889, Kansas-Oklohama sınırı, öğle üzeri… Oradaki manzara:

“-Binlerce askerî ve sivil çadırın yaktığı ateşlerle gece aydınlanmıştı. Ekserisi çiftçi, işçi, serseri, maceracı güruhu, kumarbaz ve vurgunculardan oluşan 50 bin kişi; bir hâdise çıkmasın diye silâhlarını bırakmalarını isteyen general ve emrindeki askerlere ateş edebilecek kadar, disiplinsiz ve vahşiler topluluğu… 22 Nisan Pazartesi öğleden biraz önce, atlı ve arabalı bu güruh, tek sıra halinde diziliyorlar. General rovölverini çekiyor ve havaya herkesin beklediği işaret olarak, ateş ediyor. Atlı ve arabalı güruh bu işaret üzerine, büyük, korkunç bir gürültüyle ileri fırlıyorlar; küfürler, çığlıklar, birbirlerine hakaret ve tehditler havada uçuşuyor. Etrafta, müthiş toz bulutu oluşuyor.

Herkes “iskana açılmış” topraklardan alabilmek için birbirleriyle yarış ediyor. Toprak sahibi olmak için yapmaları gereken ise, gözlerine kestirdikleri, beğendikleri araziye kendi adını taşıyan bir levha dikmek! Sınırların tayini, kadastro tarafından plânlanmıştır; levhayı diktikten sonra, çadırlarını kurup, “topraklarının kayıt ve tapu işlemleri” için, kadastro memurunu beklemekten başka yapacak işleri yoktur! Çoğunluğu, bir “şehir” inşa etmek için gruplaşıyordu. En geç bir hafta içinde de prefabrik evlerle çevrili “cadde”ler; Oklohama City, Kingfisher ve Guthric şehirleri inşa edilmişti!..”

Sinemada seyrettiğimiz, Jesse James, Doc Holiday, Dalton Kardeşler, Bill Doolin ve daha bir sürü haydut, işte böyle kurulan “şehirlerden” çıktılar. Bunlar ve bunların başındaki büyük topraklara sahib zenginler, “şerif ve yargıcı” kendi kontrolleri altında tutuyorlar ve kendi istediklerini yaptırıyorlar; filmlerde hep böyle maceralar seyretmişizdir ve bir kahraman gelip, herşeyi düzeltir “the end” yazarken… Oysa gerçek hayatta “the end” çoğunlukla bunun tersi olmuştur. Merkezden, nizâmı sağlamakla memur kılınanların en meşhuru Wyatt Earp, “Koca Clanton Çetesi”nin namlı bir katil olan şefine, Arizona’nın madencilik merkezi olan Tombstone’nu, hem de “yenildiğini” ilan ederek terk edip gitmiştir.

“Albay Drake” olarak tanınan, Pensilvanya’lı petrol arayıcısı (bulucusu da!) ve eski, işsiz lokomatif sürücüsünün, “Tek yargıç, belimdeki altıpatlar tabancam ve yasadaki tek ceza da ölümdür” sözleri, o günleri iyi anlatan ifadelerdir; “dünyayı aydınlatan özgürlük anıtı” sembollü Amerika’yı da…

22 Nisan 1889’daki bu son işgal ve yapılan “Woonded Katliamı”ndan sonra, 1890’da Amerikan Hükümeti, “kendi ülkesinde fethedilecek toprakların bittiğini” resmen ilân etti! Amerika’nın “fethi”(!) tamamlanmış ve “toprak dağıtımı” da bitmişti; peki, bu toprakların ellerinden alınarak “fethedildiği” insanlara ne olmuştu?

Amerika’nın yerlileri-sahibleri, Kızılderili insanlar; Apaçi, Siyu, Çeyen, Ajaks v.s. kabilelerine mensub insanlar. “Fetih” için, toprakların şu veya bu şekilde “boşaltılması” lazımdı. Çok büyük katliamlar yapıldı. Kendilerinden hem sayıca hem de silah-mühimmat bakımından üstün olan “beyazlarla” anlaşma yapmak zorunda kaldılar. Onlara “daha Batı’daki topraklarda” oturmaları dayatılıyordu. 1829’dan 1837’ye kadar çeşitli kabilelerle yapılan 93 “barış” anlaşmasında, tayin edilen toprakların “OT BİTTİĞİ VE SU AKTIĞI SÜRECE” onlara âit olduğu yazılıyordu. Fakat, “beyaz adam devamlı geliyor ve çok açgözlüydü!”.. “Daha Batı”daki topraklara da göz dikmişti. Tekrar katliamlara başladılar: Kış geldiğinde, etrafın buz kestiği ve bembeyaz olup kardan başka birşey gözükmediği zaman, Kızılderililerden topraklarını terk etmelerini istiyorlardı. Çünkü, su, buzdan ötürü “akmıyor”, kardan ötürü “ot bitmiyor”du! Veya o bölgedeki ırmağa bir baraj yapılıp, suyun gitmesi engelleniyor ve böylece “ot bitmiyor, su akmıyor” gerçekleşiyordu! Herşey kanunî idi; anlaşmada yazılı maddelere uymadıklarını kimse iddia edemezdi, “tek suçlu” ise topraklarını anlaşma maddesine rağmen terketmeyen Kızılderililer’di!!!

“-Medenî bir ulus tarafından VAHŞİLERE karşı davranışta, “onların haklarına saygı” diye bir mesele ortaya konulamaz. Onlara karşı, sanki YABANÎ HAYVANLARMIŞ gibi hareket edilir; savaş, kandırma ve gerileme arasındaki seçim, en kolay ve en güvenli görünenine bağlıdır!”

Kızılderililerin, özellikle Apaçilerin “kökünü kazımakla” ün salan General F. Walker’in bu sözleri, oyunun hiçbir kuralı olmadığını herşeyin “fetihe mıhlı(!)” olduğunu çok açık ortaya koyuyor. Hile, kışkırtma, aldatma, herşey serbestti. Öyle ki, 1863’te Albay West ile “anlaşma yapmak” için Maclane Kalesine gelen Apaçi reisi Mangus, tam onun yanına geldiğinde, planladığı üzere, arkasından gizlice sokulan bir askerin ateşte kızdırılmış bir süngünün değdirilmesiyle, tabiî olarak, canı yandığı için ileri doğru fırlar. “Albay West’e saldırmak içindir bu hareketi!” 70 yaşında ve anlaşma için gelen Apaçi Reisi Mangus ve yanındakiler kurşun yağmuruna tutulurlar…

Birkaç milyona varan nüfusa sahib olan kızılderililer, bugün 100 binin altına düşmüştür. Kızılderililer sistemli bir şekilde soykırıma, sonrasında da “asimilasyona”a tabi tutuldular. Tıpkı, nasıl bir “Black Power-Kara Güç” çıktıysa, zencilere yapılanlara tepki olarak, onlar kadar tesirli olmasa da bir “Red Power-Kırmızı Güç” hareketi vardır bugün… “Red Power”ın 1971’de San Fransisko’da yaptığı bir gösteride, polisle şiddetli bir şekilde mücadele edilmiş, Şippova kabilesinden bir reis, limandaki yat ve kotrolara molotof kokteyli atmış, çıkarıldığı mahkemede de –General F. Walker’ın sözlerini hatırlayaın- şu sözleri sarfetmiştir:

“-Kabilem, beyazlara karşı bir savaş halindedir. Bu düzenli bir savaştır. Cenevre Anlaşması, düşman gemilerini yakma hakkını tanımaktadır!”

Bu hile, aldatma, katliam, sadece Kızıl ve Siyahlar’a mı yapıldı? “Beyazlar”a da…

1883-1885 yılları, hem “Kızılderili topraklarının fethini” hem de büyük bir iktisadî sıkıntıyı barındırıyordu. İşçiler, özellikle demiryolu ve maden işçilerinin eylemleri, grevleri de gerçekleşiyordu. Yeni “göçmenler de yollanıyordu” Amerika’ya. Kıt’aya ilk gelen anglosakson ve protestanlar tarafından, bu yeni gelenlere kuşkulu bir bakış vardı. Avrupa’da yayılmaya başlayan ve ülkeleri sıkıntıya sokan, “komünizm taraftarı” var mıydı?! Var mıydı, yok muydu tartışıladursun, “işçi haklarını savunan sendika ve birlikler” kuruluyor, üyelerini de arttırıyorlardı. Bu iktisadî sıkıntıda, işçiler de yürüyordu. Onlar yürüyordu, karşılarına ordu çıkıyordu! Ohio-Hocking Walley’de Ordu ile, maden işçileri yürüşünde kanlı çatışmalar oluyor, Kolorado, Pensilvanya’da öldürülüyorlardı. Şikago’da, Teksas’ta, İlinois’te, La Salle Vinden’de, Braidwood’da, -doğu- Saint Louis’de, grevci maden işçileri üzerine ateş açılıyor ve öldürülüyorlardı. Bu saldırılar, katliamlar, işçileri kenetliyor, sendikaları daha da büyütüyordu. “İş Şövalyeleri” de denilen sendikalar, 1880-1886 arasında altın yıllarını yaşadılar. “Dünyayı aydınlatan ÖZGÜRLÜK ANITI’nın dikildiği 4 Temmuz 1886’da, 500 bin işçi grevdeydi. Sendikaların üye sayısı, bu yıllar arasında 28 binden 700 bine çıktı. Fakat, zenginler daha çabuk çoğaldı ve yayıldı.

Bugünün “çok uluslu şirketleri”nin sahibleri olan, Rochefeller, Morgan, Ford, Carnegie, Mellon, Frick, Hill, Willar, Harriman gibiler, herşeyi kontrol altına almaya başladılar. Çünkü bunlarda para vardı; ve heryere, hükümete, partilere, basına, üniversitelere, borç para veriyorlar, bağış yapıyorlar, verilen nisbette de kadro ve hâkimiyet sahibi oluyorlardı. Güç onlarındı! “Şikago Times”da, gelişen hâdiseler hakkında şunlar yazıyordu o yıllardan bir günde:

“-Bu sendikacılar üzerine bomba atılmalıdır. Bu, onlara iyi bir ders olur ve diğerlerini de kendilerini bekleyen son hakkında düşündürtür!”

Nihayetinde o ve onun gibi niceleri yapılıyordu; patronlar ve işçiler arasında “kuralsız” (bunun daha sonradan “dışarıya”, “gayr-i nizami harp” olarak nasıl uygulandığını göreceğiz.) ve vahşete dayanan bir savaş başladı. Zenginler, kendi “gruplarını” kurmuş, “milliyete dayanan” örgütlenme içine girmiş, grev kırıcılar, casuslar, provakatörler ve katiller tutmuşlardı kendilerine. Bunların içinde en meşhuru, “Pinkerton Ajansı” idi.

1930’da “sivil özgürlükler”(!) üzerine soruşturma yapan görevli “La Follet Komitesi”, Pinkerton’un iki oğlunun “işçiler arasında muhbirler bulundurmak için” HÂLÂ, yılda yüzbinlerce dolar aldıklarını meydana çıkardı; gelirlerinin de ABD Başkanı’nınkinden çok daha yüksek olduğunu da… Robert Pinkerton da şunları açıkladı:

“-1877 grevlerinden beri ajanlarımın, demiryolları, madenler ve büyük işletmelerin patronları tarafından, sendika liderlerini, tamamen hakettikleri cezaları vermek için kiralanmaları durmadı, devam ediyor. İçlerinden yüzlercesi cezalandırıldı. Başka yüzlercesi de cezalandırılacak!”(2)

Bir misâl:

Pensilvanya’nın güneydoğusunda, “demiryolları kralı Gowen”, Pinkerton sülalesinin babası, eskiden bir “komünizm hayranı” olan, İskoçyalı Allan Pinkerton’u çağırdı. Gowen, fiyat kırma gibi bir basit yöntemle, kömür madenlerinin tamamına yakınını ele geçirmişti. 1874’deki iktisadî kriz sebebiyle fiyatlar düşünce, Gowen, borçlarını ödeyemez duruma gelmişti; iflas ân meselesiydi. Tek çıkar yolu, işçilerinin yüzde sekseninin üye olduğu “Madenciler Birliği”ni parçalamak veya tesirsiz hâle getirmek, işçi ücretlerinde indirim yapmaktı; Allan Pinkerton’ı bunun için çağırmıştı:

“-Maden işçilerinin arasında, “Paris Komünü”nden yana olanlar, Enteryasyonel’in gönderdiği adamlar, Komünistler var. Fakat en tehlikelileri, “Molly Maguires” isimli İrlandalı terör örgütü… Cinayet işliyorlar. Yalnızca burada da değilller; Maine’den Georgia’ya, bir okyanustan ötekine sinsice yayılıyorlar. Onlardan kurtulunmazsa, şeytanî plan ve fikirlerinin zafer kazanma tehlikesi var!”

“-Evet, anlıyorum! Hadise oldukça vahim! Bana 100 bin dolar veriniz; bu meseleyi düşüneceğim!” dedi Allan Pinkerton… (3)

Bütün dünyayı saran komünist felsefe –İngiltere, Almanya, Fransa’daki takibçilerinin yaptıkları sebebiyle- “yeni dünya” Amerika’da da tehlikeli olarak görülüyor, hele bugünlerde, bir de onunla uğraşmak istenmiyor, komünistlere tek yer “elektirik direğinde sallanmak” tayin ediliyordu. “Komünist” damgası, öldürülmek için yeterliydi. Bu açıdan Gowen “derdini” uygun şekilde anlatmış, A. Pinkerton da tabiatıyla onun ne istediğini anlamıştı; paraları cebine koydu ve hiç düşünmeden işe başladı!..

Hemen korkunç bir adam olan, İrlandalı Mc Parlan’ı madencilerin arasına “ajan” olarak yerleştirdi; haftada 12 dolar alan ajan iki yıl boyunca bütün madenleri dolaştı. Fakat o “müthiş terör örgütü Molly Maguries”i bulamadı! Bulamadıklarına göre, “demek ki çok güçlü ve çok sinsi, tehlikeli” idiler! Gazetelerde, salonlarda, sokaklarda, bu bir tülü bulunamayan terör örgütünün yaptığı korkunç cinayet hâdiseleri anlatılmaya, yayılmaya başlamıştı; ne yapıp edip bunları bulmak ve cezalandırmak gerekiyordu!

Ortam hazırdı ve Gowan hemen planını uygulamaya başladı: 1874 Aralık ayında ücretlerin yüzde on indirildiğini ilan etti! Provakasyonu başarıya ulaştı, 1 Ocak 1875’de “Madenciler Birliği” grev kararı aldı! Bu kararı onlara, “müthiş terör örgütü Molly Maguires aldırmıştı ve işte izlerini bulmuşlardı!” Gowen’in ajite ettiği ve para vererek desteklediği “Modocs” adı verilen milis gücü sahneye çıktı. Bunlar ve Pinkerton ajanları “elbirliği” yaparak, “Madenciler birliği”nin önde gelen temsilcileri ve üyelerini, dövdüler, kaçırdılar, pusuya düşürerek öldürdüler. Birkaç ay içinde, kadınlar da dahil, 10’u geçkin Birlikçi öldürüldü. “Modocs”ların yardımına polis de geldi. Basın, zaten her türlü propagandayı yapıyordu. Nerde bir cinayet, soygun, grev varsa, hepsi, “müthiş terör örgütü Molly Maguires”in faaliyeti olarak gösteriliyordu. Kiliseler’de papazlar bu mevzuda, “halkı uyandırıcı vaazlar” veriyor, aileler çocuklarını “onlara vermekle” yaramazlıktan kurtarmaya çalışıyordu. Geceleri herkes evlerine kapanıyor, kapılar sıkı sıkı kitleniyordu, çünkü “örgüt” cinayetlerini gece işliyordu! 1875 ortalarına doğru, kampanyadan, şiddetten ve açlıktan boğulan işçiler, tekrar çalışma kararı aldılar. Gowen’in onlara bir sürprizi vardı: Zaten az olan ücretleri yüzde on değil, yüzde 20 indirilmişti!

Gowen zaferi kaznmıştı! “O denli kazanmıştı ki, o pek korkulan Molly Maguires, yapılan bütün araştırmalara rağmen bulunamamıştı; sebebi bugün biliniyor. Öyle bir “örgüt” YOKTU!” Demiryolu ve maden kralı Gowen, hayalinde bir örgüt oluşturmuş, bunda da o kadar başarılı olmuştu ki, bütün Amerika’yı o “örgüt”le uğraştırmıştı. İşçi liderlerini tek tek öldürttü, polis soruşturmalarında “kaza” kaydını yaptırttı, Mc. Parlan’ı mahkemede şahid yaptı, 19 sendikacıyı “örgüt üyesi” olarak gösterip 1877-1879 arasında “resmî” olarak idam ettirdi!..

Fakat bütün bunlar, -bölgede uzunca bir süre işçi eylemi olmamasını sağladıysa da-, Gowen’i iflastan kurtaramadı; onun imparatorluğunu bir başka zengin Morgan aldı ve onun hakkında şunu söyledi:

“-Gowen, Saint Helenedeki Napolyon’dur! Zavallı adam! Molly Maguires’i yere yıkmakta ne kadar işinin ehliyse bir patron olarak acınacak adamdı!” (4)

Gowen, 13 Aralık 1889’da tabanca ile intihar etti. Geride yüzlerce ölü, yaralı. “Amerika’yı uğraştıran bir fantezi” bıraktı! Açılan bu yolda, diğer zenginler, sendikacılığa karşı, “antkomünist” propagandayı –umumiyetle fanteziye kaçmadan- kullanmaya uzun yıllar devam edeceklerdi.

Hemen tamamına yakınının derdi iş ve ekmek olan işçiler ise, sendika-birlik kurdukça, grev, yürüyüş yaptıkça, Gowen’in açtığı yoldan gelen itham ve propagandalarla karşılaştılar. 1877’de, büyük demiryolu grevinde, Şikago’da General Sheridan’ın süvari alayının kıyımına uğradılar; 12 ölü, 40 yaralı… Saint Louis’de “savaş hali kanunu” çıkarıldı. Virjinya’da grevcilerle devletin milis güçleri anlaştılar., Federal Hükümet Ordusu devreye girdi. General French’in emriyle işçi liderleri tutuklandı, işçilerin üzerine ateş açıldı, 12’si öldü, 20’den fazlası yaralandı. 6 eyalette Ordu birlikleri trenleri durdurup, kurşun yağmuruna tuttu. Pensilvanya-Pistburg’da yine anlaşma sağlanınca, Philadelfiya’daki Ordu çağrıldı. Kurşun yağmuruna tuttular, 20 ölü, 29 yaralı… Kadın, çocuk, yaşlı, ayırmıyorlardı; durmadılar. Sığındıkları bina ateşe verildi; ya yanacaklardı veya linç edileceklerdi! Fakat bu sefer taraflar değişmişti: İşçilerdi köşeye sıkıştıran. “New York Herald”da ertesi gün, muhabir şunu yazıyordu: “İç savaşta korkunç hadiseler gördüm. Fakat geçirdiğim bu geceden daha korkuncunu, tüyler ürpertenini yaşamamıştım; bir daha da yaşamamak için Tanrı’ya yalvarıyorum!”(5)

Grevler ve cinayetler sürdü, artarak. Binlerce “militan” hapse gönderildi. Güney’de, iç savaşta yenilen Beyazlar, dirilmeye başladılar, “Ku Klux-Klan” aracılığıyla “zencileri öldürme şölenleri” tertiblerine katıldılar. Katliama tabi tutulmuş olan Kızılderililer, “ateş suyu”na alıştırılarak, iyice tesirsiz hale getirilmeye başlandı. Çelik, petrol, şeker, içki, pamuk, tütün’de; posta hizmetlerinde ve dmiryollarında “tröst”ler, “tekel”ler kuruluyordu. Bunlar, herşeyi kontrol ediyorlardı artık. Öyle çok kazanıyorlardı ki, müthiş servetler ve “imparatorluklar” oluşturmuşlardı. Doymuyorlardı, üretilen, ürünlerin ancak yüzde 10’unun dışarıya satılmasına rağmen bunca servet-güç elde edildiyse, ya “başka pazarlar” bulunduğunda ne olurdu? Müthiş!..

1823’te, İngilizlere karşı verilen savaş esnasında Amerika Başkanı olan Monroe’nun ismi ile anılan “Monroe Doktirini” kısaca, “Amerika Amerikalılarındır!” diye formüle edilmiştir. Bu, İngilizlerle yapılan savaşın esasını belirlediği gibi, aslında, “AMERİKA KIT’ASI, BİRLEŞİK DEVLETLERİNDİR!” demekten başka birşey değildi!

1898’de, Senatör Beveridge, “dünyayı aydınlatan Özgürlük Anıtı” sembollü ülke senatörü olarak –bugüne de ışık tutan-, şunları açıkça söylüyor:

“-Kader, politikamızı çizmiştir. Dünya ticareti bizim olmalı ve olacaktır. Biz de, ANAMIZ İNGİLTERE GİBİ yapacağız! Amerikan malları dağıtmak için, bütün dünyada ticarret merkezleri kuracağız. Ticaret denizciliğimizle okyanusları kaplayacağız! KENDİ KENDİLERİNİ YÖNETEN, bayrağımız dalgalanan ve bizimle ticaret yapan BÜYÜK SÖMÜRGELER ticaret acentalarımızın çevresinde gelişeceklerdir. Ticaretimizin kanatları üzerinde kuruluşlarımız, anlaşmalarımızı izleyeceklerdir. VE AMERİKAN YASASI, AMERİKAN DÜZENİ, AMERİKAN MEDENİYETİ, AMERİKAN BAYRAĞI ŞİMDİYE KADAR KANA BULANMIŞ VE KARANLIĞA GÖMÜLMÜŞ KIYILARA DEK YERLEŞECEKTİR! Tanrı, bin yıl süresince Töton halklarını ve İNGİLİZ DİLİNİ boşuna ve tembel bir kendi kendine hayran olma için hazırlamadı. BİZİ, KARGAŞANIN EGEMEN OLDUĞU YERDE DÜZENİ KURMAMIZ İÇİN DÜNYANIN DÜZENLEYİCİ EFENDİLERİ YAPTI!

Bizi barbar ve yaşlılık zayıflığına düşmüş HALKLARI YÖNETEBİLMEMİZ İÇİN BECERİKLİ KILDI. Böyle bir kuvvet olmadan, dünya barbarlığa ve karanlığa düşerdi. Bütün diğer ırklar arasında, Amerikan halkını, en sonunda dünyanın ilk kuşağını yönetmek için SEÇKİN ULUSU OLARAK ATADI!”(6)

Amerika’nın kendi içindeki bir avuç “dünyanın efendisi” uğruna kendi halkına yaptıklarının küçük bir bölümüdür bu yazdıklarımız. Amerika, kendi içinde bunları gerçekleştirirken, aynı zamanda dışarıya, kıtanın aşağısına doğru da aynı maksadla sarkmaya başlamıştı.

ABD Deniz Kuvvetleri’nden “tuğgeneral” olarak emekli olan Smedley T. Butler’in, “deniz piyadeleri başkomutanıyken” yaptığı marifetleri anlattığı “Newsweek”te yayımlanan makalesinde bakın neler yazıyor:

“-1914’de Meksika’nın, özellikle Tampiko’nun, ABD petrol çıkarları için güvenli bir yer olmasına yardım ettim. Haiti ve Küba’nın “National City Bank”taki çocukların rahatlıkla gelir toplayabilecekleri iyi bir kaynak olmasını sağladım. Sonra “Brown Brothers”ın “Banking Hauses”ı hesabına Nikaragua’yı “temizledim”. 1903’te “United Fruit Company” adına Honduras’ı “doğru yola” getirmeye yardımcı oldum. 1916’da Amerikan şeker çıkarları adına Dominik Cumhuriyeti’ne “aydınlık” getirdim. Şimdi geriye bunları hatırlarken, Al Capone’a bazı ipuçları vermiş olabileceğimi düşünüyorum.”

ABD Ordusu, 1918’den 1921’e kadar Rusya’nın bazı bölgelerini, Deniz Kuvvetleri, 1912 ve 1926’dan 1933’e kadar Nikaragua’yı, 1915’ten 1934’e kadar Haiti’yi, 1898’den 1902’ye kadar Kübayı, 1914 ve 1916’da altı defa Meksika’yı, 1903’ten 1914’e kadar Panama’yı, Kolombiya’yı, Uruguay’yı, Dominik’i işgal etti. Dışişleri Bakanı John Hay’in “herşeyiyle küçük ama parlak bir savaş” dediği bir saldırı ile –Küba dahil- 1898’de İspanyolların sömürgelerini kendi hâkimiyetine aldı. 1899’dan 1903’e kadar süren bir savaşla Filipinleri işgal etti; 200 bin Filipinli öldü; onbinlercesi yaralandı, işkenceye tabi tutuldu.

Kenedy devri Dışişleri Bakanı Dean Rusk’un Senato’ya verdiği bilgiye göre, Amerika Birleşik Devletleri, 1793’ten 1945’e kadar YABANCI ÜLKELERDE 103 MÜDAHALEDE bulunmuştur.

11 Eylül 2001 Salı; Günlük Bir Tarihçe… Aynıyla vakî!..

Cengiz Çandar diyor ki: “Amerika’da bir savaşı yönetecek bütün merkezler, adresi belirsiz bir saldırının hedefi halinde, felç durumuna sokuluyor. Dünyanın “tek süper devleti” tüm dünyanın gözü önünde aşağılanıyor. Dünyanın iki koca okyanusla diğer bölgelerinden ayrılmış olan, “en güvenli ülkesi”, şu sıralar dünyanın “en güvensiz ülkesi” halinde. Ve, karar geliyor; Amerika’da “savaş alarmı” verildi. Peki, kime karşı? Belli değil. Çünkü ortada “düşman yok!” Amerika, “adressiz bir düşmanın” amansız saldırılarının hedefi. Çaresizlik görüntüsünde… Bugüne dek Amerika’nın başını çektiği tüm “uluslararası güvenlik doktrinleri” çöpe atılmıştır.”

Pentagon’a giren “ilk türk gazeteci” olmakla, büyük ihtimal, oradaki bürosu da imha olmuş olduğundan, “anadan Yahudi” olarak Yehovasına şükürler ederek ölümden kurtulmanın şaşkınlığını yaşayan Cengiz Çandar’ın sözleri ne kadar da doğru; fakat şaşkınlık ve kokudan son cümlede bir hata yapmış: Çöpe atılan sadece “doktrinler” değil, onların hazırlayıcısı Amerika ve “müttefikleri”dir!..

Saldırıyı kim-ler yaptı?! Rivayet muhtelif!.. Usame Bin Laden baş ve “olağan” şüphelilerin listesinde en tepede; fakat Amerika ve müttefiklerini “çöp kutusu”na yollayan bu saldırıyı kim-ler yaptı, belli değil! Belli olan tek şey, 11 Eylül 2001 tarihi gazetelerde yazdığı üzere Amerika’nın “KIYAMET GÜNÜ” olarak tarihe geçtiğidir.

Tammât: Kıyamet vakti. Bela. Dahiye. Keskin çığlık… Tammât: Tı+elif+mim+elif+te=451… Salih: 129; Mirzabeyoğlu: 322=451!..

KIYAMET VAKTİ (GÜNÜ) = SALİH MİRZABEYOĞLU!..

Biz maddi çerçevede gaip, üstün ve manevi kuvvet; madde gözüyle görülemez ve ölçülemez müessirin izini takib ediyoruz; dedektifçilik oynayarak, şu-bu-o yapmıştır demiyoruz. Kaldı ki, bunun “net” bir cevabını “koskoca”(!) ABD bile bulamadı, “olağan şüpheliler” üzerinde yoğunlaşmaktan başka birşey yaptığı yok.

“Yardımlar, ikili anlaşmalar, Nato, süper güç vesaire”nin ne mânâda anlaşılması gerektiğini “Amerika ve Dünya Devrimi” isimli eserinde tarihçi Arnold J. Toynbee şöyle anlatıyor:

“-Amerika, bugün, yerleşmiş çıkarların savunulması uğruna dünya çapında bir karşı devrimci harekâtın önderdir; Amerika’nın bugünkü durumu Romanınkine benziyor. Roma da kendi yönetimi altına giren yabancı topluluklarda YOKSULLARA KARŞI DEVAMLI OLARAK ZENGİNLERİ destekledi; ve bugüne kadar yoksullar her zaman ve her yerde zenginlerden daha kalabalık olduğundan, Romanın siyaseti EŞİTSİZLİK ADALETSİZLİK ve en kalabalık olanlar için en az MUTLULUK siyasetiydi. Amerika da, Roma’nın siyasetini isteyerek benimsemiştir.”

Amerika’nın askerî ve iktisadî yardımları da kesinlikle “diğer devlete yardım” olarak anlaşılmamalıdır; “yabancı devletlere yapılacak yardımlar, onların iktisadî ve siyasî güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında Amerika’nın güvenliği için yapılmış YATIRIMLAR olarak düşünülmelidir” diye yazar “United States Foreign Policy, 1945-1955”de… Peki bu “yardım-yatırım”ın daha açık ifâdesi nedir? diye sorulursa, buyrun:

“-DENİZAŞIRI ÜLKELERDE ÜSLER KURMAK MECBURİYETİNDEYİZ. DÜŞMANI KENDİ ÖZ TOPRAKLARIMIZIN-SINIRLARIMIZIN ÖTESİNDE KARŞILAMAK ve İLK DARBEYİ ELDE EDİLECEK ÜSLER YARDIMIYLA VURMAK ZORUNLULUĞUNU, BÜTÜN AMERİKAN VATANDAŞLARININ ANLAMALARI GEREKİR. SİLAHLI KUVVETLERİMİZİN VE AMERİKAN TOPRAKLARININ YENİ BİR HARPTEN EN AZ KAYIPLA ÇIKMASI KANAATİME GÖRE BAŞKA TÜRLÜ OLAMAZ.”

1949 yılı bütçesinin Kongre münazaraları esnasında, savunma giderlerinin arttırılmasını, yani “Amerikan vergi mükelleflerinin niye savunma öncelikli harcandığını”, General Omar Bradley kürsüden böyle açıklıyordu:

Bir: Amerika’nın yaptığı yardımlar, kurduğu (meselâ İncirlik, Pirinçlik) askeri üsler, savaşı başka topraklarda (meselâ Türkiye!) yapmak, “düşmanla” orada savaşmak ve Amerikan toprağı ile vatandaşını savaştan korumak maksadına yöneliktir. Daha açıkçası, 11 Eylül 2001 Salı günkü manzaraları kendi topraklarından uzak tutmak içindir… İki: Amerika’daki “vergi disiplini”nin sebebi de ortadadır; insanlar, vergi verecek kendi güvenliklerini sağladıklarından vergi kaçakçılığı çok az oluyor ve olan da ağır cezayı gerektiriyor. Üç: Yabancı topraklardaki her Amerikan üssü, Amerika’nın-Amerikalının emniyetini sağlamakla birlikte, üssün inşa edildiği toprakları AÇIK HEDEF haline getirmektedir. Misâl, Irak-Haçlı Savaşı esnasında, Irak’ın bizi vuracağı yazıldı, söylendi. Sebeb?! İncirlik Amerikan Üssü! Bu üs olmasa bize böyle bir –varsa!- tehdit gelmezdi. Piç mantığı veya Yahudi kurnazlığı nasıl da gözüküyor: “Bu üsler Türkiye’nin (ve bölgenin) güvenliğini sağlıyor!” Ayol, o üsler olmasa biz zaten emindeydik!!!

Türkiye ve bölge insanlarının yapmaları gereken tek ve öncelikli husus, “AMERİKAN ÜSLERİ KAPATILSIN!” sloganıyla yürümek ve bunu destekleyici AKTİVİTELER – ACT’lar içine girmektir.

İşte şimdi yine bir müslüman ülke vurulmaya çalışılıyor, hem de biz ve Pakistan kullanılarak. Buna İZİN VERMEMEK MÜSLÜMANIN BOYNUNA BORÇTUR!

Amerikan askerî yardımlarının “siyasî” cephesi böyleyken, bunu destekleyen, daha da cazip hale getiren iktisadî tarafı da var; 1949’da “Salomon” Truman tarafından çıkarılan “Karşılıklı Savunma Yardımı Kanunu”nu mantığını Prof. Baade, “Çünkü Doymaları Gerek” isimli kitabında şöyle açıklıyor: (Rakamlar 1960-1961 yılına aittir):

“-Bir Amerikan tümeninin Amerikalılara maliyeti 500 milyon dolar bir Alman tümeninin Almanlara maliyeti 250 milyon dolardır. Alman tümenini ölçü alırsak, Türkiye’nin Batı Savunmasına katılma payı 18×250, yani 4.5 milyar dolardır.”

Meali: Türk askerinin harcadığı para ile ABD üç misli daha emniyetli ve ucuza bir emniyet sistemi (paralı asker!) satın aldığı gibi, silâh satarak hem de üste para kazanıyor; kendi güvenliğini sağlamak için bir de üste para alıyor!!!

Allah buyuruyor ki, “onlar bir hileli düzen kurdular; sonlarına bak!”

Son’un “el fatiha’sı-başlangıcı” ise 11 Eylül 2001 Salı günü olan “Günlük Bir Tarihçe: Tarihin İntikamı”nda…

NATO; Kuzey Atlantik Andlaşma Teşkilâtı’na gelirsek… NATO, bilindiği üzere aldığı kararla, Amerika’da meydana gelen vukuatları “5. madde kapsamında” değerlendirmiştir. Teşkilatı anlatan Ekim 1958 tarihli “NATO el kitabı”nda “5. madde” şöyle:

“-Taraflar, içlerinden birine veya birkaçına karşı Avrupa’da veya Kuzey Amerika’da vâkî olacak silahlı bir tecavüzün bütün taraflara tevcih edilmiş bir tecavüz addedilmesi ve binnetice taraflardan herbirinin, böyle bir tecavüzün vukuu hâlinde, Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın 51. maddesiyle tanınan münferid veya müşterek meşru müdafaa hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik Bölgesinde güvenliği yeniden tesis ve temin için, silahlı kuvvet istimali de dahil olmak üzere, lüzum göreceği harekete münferiden ve diğer Taraflarla mutabakat halinde, hemen tevessül etmek suretiyle tecavüze uğrayan taraf veya taraflara yardım eylemesi hususunda mutabık kalmışlardır.

Bu mahiyette olan her silahlı tecavüz ve bunun neticesinde alınan her tedbir Güvenlik Konseyi’nin ittilâına arzolunacaktır. Bu tedbirler, Güvenlik Konseyi’nin milletlerarası barış ve güvenliği yeniden tesis ve idâme için lazım gelen tedbirleri alması ile nihayet bulacaktır.”

Kelâm-ı zâlimiynin meali: TOPYEKÛN SALDIRI!..

Fakat, NATO’nun bu kararının, yani “topyekûn saldırı”nın muhatabı hangi devlet olacakdır? Saldırıları üstlenen yok; “olağan şüpheliler” ise “teşekkür ederim, ama ben almıyım” yani “ben yapmadım!” diye ISRARLA söylüyorlar. Ve daha mühimi, “olağan şüpheliler” arasında hiçbir Devlet ismi geçmiyor; şüpheliler ya ferdler veya örgütler!.. O hâlde!?

Amerika hırs ve intikâm hissiyle saldıracaktır ve onun için de müşahhas bir hedefe gerek yok; zaten onlar için “uyruk” mühim değil, MÜSLÜMAN olması yeterli!.. Hedefler Afganistan, Irak ve Filistin; bu arada diğer devletlere de gözdağı vermeyi amaçlıyacaklardır… Fakat, iş işten geçmiştir, artık kimse gözdağından çekinmez!

Evet, NATO’ya dönersek… Bu teşkilâtın kurulmasının en mühim sebebi, Amerika ve çıkarlarının emniyeti ile hegemonyasının arttırılmasıydı. Komünizm öcüsü ile de “hür dünya” maskesi hazırdı.

“-Düşmanla karşılaşabileceğimiz her noktaya askerî kuvvet meselesi, baş mesele hâline geldi. Amerika’nın düşüncesine göre, bu noktalar Sovyetler Birliği’ne yakın veya komşu ülkelerdir: Avrupa, Orta ve Yakın Doğu, Güney-Doğu Asya ve Uzak Doğu! Bütün bu ülkelerde Amerika’nın askerî üsler kurması zorunluydu. Nitekim Amerika’nın güvenlik stratejisini planlayanlar (bunu yazanlar da bu stratejistlerdendir. / S. O.), bu bölgelerde hava, deniz ve kara üsleri şebekesinin kurulmasına ve askerî ittifaklar yapılmasına önem ve öncelik vermişlerdir. Askerî ittifaklar, Amerika’ya insan gücü, üretim potansiyeli ve geniş ham madde kaynakları sağladıktan başka, Amerikan silahlı kuvvetlerinin en yıkıcı ve vurucu güçlerinin Sovyet sınırlarına kadar sokulmasına geniş imkânlar sağladı. Örneğin, Avrupa, bize uzman işçi yığınları, gayet önemli üretim potansiyeli ve kolonilerden gelen ham maddeler; Orta ve Yakın Doğu petrol, insan gücü ve Sovyet topraklarını kontrol ve gözetleme imkânlarını; Asya ülkeleri ise, yığınlarla insan gücü ve geniş ham madde kaynaklarını önümüze açtı.”

Bu sözlere General Raymond Mc Lain, 1948’de Senato’da yaptığı konuşmada: “- Bu strateji düşman topraklarını çeviren askerî üslerin kurulmasını gerektirmektedir. Amerika’nın gelecek bir harpte güvenliğini de ancak bu yolla sağlamak mümkündür.” diyerek desteklemiştir; işte NATO’nun kuruluş gayesi ve işlevinin içyüzü!..

Sovyetleri küçümsemek gibi bir niyetimiz yok, fakat, NATO’nın 2. Dünya Harbi sonrasında, “hür dünyayı komünist işgalden korumak” gibi bir niyetle kurulduğuna dikkat edersek, Sovyetlerin o günler için gerçek bir tehlike olup olmadığına gözatmamız gerekecektir.

Savaşta, Almanya, İtalya ve Japonya ağır bir yenilgi almışlar, Avrupa müttefik devletleri (Rusya da dahil) galib olsalar da harab olmuşlardı; fakat ABD –bilerek engellemedikleri “Pearl Harbor” baskını dışında bir kayba uğramadığı gibi, topraklarında tek bir bomba dahi patlamamıştı… Batılılar 2. Dünya Harbinden sonra iki büyük devden, Amerika ve Sovyetlerden sözederek, Sovyetlerin Amerika’yı, tabiatıyla da Batıyı tehdit ettiklerini söylemişlerdir. Fakat söylenilmeyen ve gizlenen bir gerçek vardı: Bu iki “dev”den Amerika, 2. Dünya Savaşı’ndan güçlü, enerjik, zengin, çok az kayıpla ve derisi bile çizilmeden çıkmıştı. Kendi anayurdunda bir yıkıntı görmemişti. En önemlisi, ATOM TEKELİNE SAHİB TEK DEVLETTİ! Savaştan rakipsiz bir sermayeci güç olarak çıktı. Öbürü, yani Sovyetler ise savaşta aşağı yukarı 20 MİLYON ÖLÜ vermişti. Savaştan sonra yapılan ilk nüfus sayımında 18 yaşın üzerinde erkek sayısı 31 milyon idi ki, bunların çoğu da sakat ve yaralı idi. Almanlar 88 milyon Sovyetin oturduğu toprakları işgal etmişti. 15 büyükşehir, 1710 küçük şehir, 17000 köy, 6 milyon bina, 31.850 fabrika, 65.000 km. Demiryolu, 56.000 mil karayolu, 90.000 köprü, 10.000 elektirik istasyonu, 1135 kömür madeni, 3000 petrol kuyusu, 98.000 kollektif çiftlik, 2890 makina-traktör istasyonu, 40.000 hastane, 84.000 okul, 43.000 kütübhane, 110 milyon kitab, 44.000 tiyatro, 427 müze ve 2800 kilise yıkılmış, 61 milyon büyükbaş ve 110 milyon kümes hayvanı telef olmuştu. Yani… Yani, koskoca ülke harab olmuştu ve onun yapacağı ilk hamle “toparlanma” idi; “hür dünyayı tehdit” hele hiç değildi o ân için…

Fakat “düşmansız” bir tek kutuplu hâkimiyetin, kim ise o hâkim devlet, onun için bazı rahatsızlıklar taşıyordu ve tabiî ki, rahat hareket imkânını kısıtlıyordu. Oysa “düşman” demek, “koruma ücreti” demekti. İşte “komünist öcüsü” böyle ortaya çıktı; Sovyetlerin “kalkınması” için de Wall Street Bankerleri krediler açtılar. İki kutuplu bir dünya oluşmuştu: Biri semirmiş, zengin, güçlü, diğeri ise ayakta durması için desteklenen iki ülkeli dünya!.. Bunun maksadı ise Alman harp stratejisti ve siyasetçisi Helmuth Schmidt’e göre şu idi:

“-Bu politikaya göre, Batı silahlanma yarışına girecek ve bu yarış sonunda Sovyetler Birliği’ne üstün gelecek ve kuvvet dengesinin değişmesiyle Sovyetlerin direnmesi kırılacak ve nihayet konferans masasında Sovyetlere Batı’nın istedikleri dikte ettirilecekti.”

“Düşman”ın varlığı silahlanma ve silah endüstrisi demekti; tabiatıyla Amerika her açıdan burada üstündü; hele “silahlanma yarışı”nda, savaştan ne halde çıktığı belli olan Sovyetler karşısında, tartışılamazdı bile… Fakat, Sovyetlerin girmek zorunda oldukları bu yarışta önlerindeki nihaî netice şu olacaktı: Harab olmuş bir devleti bayındır hale getirebilmek ve fabrika –istihdam sahaları açarak insanına iş-aş sağlamak için harcanacak parayı “silahlanma” için kullandıklarında, hiçbir zaman ABD kadar silaha sahib olmayacakları için devamlı arttırarak harcayarak, evet belki, “süper güç” olabileceklerdi, fakat insanlarının iş-aş derdinde hoşnutsuzluğu ile karşılaşacaklardı. Ve nihaî netice de, zaten Malta’daki “Konferans”ta Gorbaçov’un Amerika’ya “şartlı teslimi” olarak gerçekleşti.

İşte NATO’nun böyle bir işlevi oldu; Amerika için “düşman” oluşturulup, onun “dünyanın efendisi” olmasını sağlamak… Ve NATO hiçbir zaman Amerikan hâkimiyetinden çıkamadı; tıpkı “Birleşmiş Milletler” gibi!..

1990’ların ilk yıllarında “Sovyetlerin çökmesi” ile, Andlaşma metnine göre Sovyetlerin yayılmacılığına karşı kurulan NATO’nun “işlevi” hususu tartışılmaya başlandı; hatta dağıtılması gerektiği bile söylendi… “Dünyanın bir yumuşama sürecine girdiği”nden bile bahsedildi. Oysa Amerika-Batı, “yeni-ezelî düşman” olarak stratejik bir karar vermişti; hem de “eski düşman” sayesinde antremanlı ve daha da “semiz” bir halde bulunurlarken “yeni tehdit” olarak İSLÂM” ortaya konulmuştu.

Son tahlilde “soğuk savaş” esnasında dahi İslâm’ın “düşman” olarak değerlendirilmesi değişmemişti; bilakis “iki süper güç” İslâm’a karşı ortak bir kavga vermişti. Orta Asya Sovyetlerin kontrolüne bırakılıp, müslümanların ezilmesi-tesirsiz kılınması sağlanırken, Ortadoğu, Afrika ve Türkiye’de de “sovyet öcüsü” ile ve çıkarılan karışıklıklar ile müslümanlar “ehven-i şer” noktasında (hani “ehl-i kitap” ya!) Amerikan hâkimiyetine sokuldular.

ABD eski Başkanı Richard Nixon “soğuk savaş”ın içyüzünü gösteren ve “ezelî düşman”ın esasta kim olduğunu, hem de daha Sovyetler ayaktayken, CFR’nin yayın organı “Foreign Affairs”da (1986 Güz Sayısı) şöyle ifşa ediyor:

“-İkimiz de (ABD-Rusya) aynı kültürün içindeyiz. Ürünüyüz. AMA BİR YABANCI GÜÇ, İSLÂM, her ikimizi de TEHDİD EDİYOR. Sadece Rusya’nın nüfusunun üçte birinin müslüman olması açısından değil, dünyanın herbir yanında, her ikimizi de tehdid eden bir İslâm olgusuyla karşı karşıyayız. TEDBİRLERİMİZİ MÜŞTEREKEN ALMAZSAK, İKİMİZ İÇİN DE TEHLİKELİ BİR GELECEK HAZIRLANIYOR!..”

İşte NATO, böyle bir “gizli” işleve sahibti; şimdi ise açıkça bunu ilan ediyor! Fakat geç kaldılar; “istikbâl” şimdidir ve “sonları” gelmiştir.

“-Ruham: Mermer… Ruhamâ: Rahim olanlar… Ruhâmî: Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili. Ruhâmî: 851… Salih: 129… Ruhâmî Salih: 980

Tarih olarak 979-980, Hicrî 1400’e denk gelir.

Üstadım’ın “ne güzel bir mevzuun var!” diye bana hazırlattığı eserim: İSTİKBÂL İSLÂMINDIR!.. İstikbâl İslâmındır: 980… Şeriat: 980.” (7)

Üstadımız’ın “Kafa Kağıdı” isimli eserinin son ifâdeleri: “…aynı Moğol istil…”

“Moğol İstil”: Gayın+te+ye… Bu noktalı harflerin toplamı: 1410… Hicrî 1410 senesi Miladî 1989’a denk gelir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dünyanın yeni bir çığıra girmesi…

“ÇOCUK” şiirindeki şu mısra: “Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim!” Bir: 202. Merhamet: 688. Heykeli: 75. Mahzun: 111. Bakışlı: 453. Yetim: 460… Netice: 1989!..

İSTİLÂ: (Vely’den) Kaplamak, yayılmak. Ele geçirmek. İşgal etmek. Meydanın sonuna erişmek. Basmak. GALEBE GELMEK. İstilâ: (Noktasız harf toplamı) 92. KAPTAN KUSTO: (Noktasız harf toplamı) 92. MUHAMMED: 92.

Nixon’un bahsettiği “İslâm (ŞERİAT) tehdidi”nin mânâsı!..

Ve, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun 1999’da söylediği, “BU DEVRİM 10 SENE GECİKMİŞ BİR DEVRİM!..” sözü… 1999-10: 1989!..

İstila… Galebe gelmek… “Boksör Galib!..” Günlük Bir Tarihçe!..

Anlatması başka bir yazı mevzuudur, Amrika’yı “keşfeden” K. Kolomb, bir İspanyol dönmesi-şuurlu bir Yahudidir. Yine başka bir yazı mevzuu, Amerika’ya göç edenlerin başında Yahudiler ve Protestan /Püriten hıristiyanlar bulunmaktaydı. Bunlar, Massachusetts kolonisi kurmuşlardı ki, “Britanica” bu koloni hakkında şunu yazar:

“-Avrupa kolonizasyon tarihinde hiçbir koloni Massachusetts kolonisinin ulaştığı zenginlik seviyesine ulaşamadı. Koloniyi kuran PÜRİTENLERİN AMACI AMERİKA’NIN UÇSUZ BUCAKSIZ TOPRAKLARINDA YENİ BİR SİYON YARATMAKTI. Bu İngiltere’de (Cromwell devrinde / S.O.) sağlanan reformasyonun bir benzerini oluşturmalarını sağlayacaktı. Püriten mirası, Amerikan ruhunun şekillenmesinde şüphesiz büyük bir faktör olarak yerini aldı. Püritenler, kendilerini, Eski Ahid’de (Tevrat / S. O.) öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika’ya “New England-Yeni İngiltere” yerine “NEW İSRAEL-YENİ İSRAİL” adını vereceklerdi.”

Püritenlerin “Eski Ahit-Tevrat”a alakaları o dereceydi ki, gören onları Hıristiyan değil Yahudi zannederlerdi: Kurdukları şehirlere “Eski Ahit”te geçen Yahudi isimlerini –Hebron, Salem, Bethlehem, Zion, Judea (Yahuda) gibi- verdiler. Onun içindir ki, Yahudiler onlara “Judaizer/Yahudici-Yahudi sempatizanı” derler.

Püritenlerin önünde “New Israel” için bir engel vardı: Kızılderililer!.. Bunlar ilk defa gördükleri bir “ırk” olduğundan Tevrat’ta bahsi geçen ve Hahamlara/Kabalaistlere göre bulunması gereken “Beni İsrail’in kayıp 10 kabilesi”nden biri olup olmadıklarını araştırdılar. Cevab-netice, “değiller”di! Peki, kimdiler? Bunlar “Ken’an halkı gibi” idiler; öyleyse YOKEDİLMELİYDİLER! Bunlar, uydurduğumuz şeyler değildir, tarihin kaydettiği insanlığın yüzkarası gerçeklerdir.

Kendisi de bir Yahudi olan Naom Chomsky şöyle yazıyor:

“-New England’daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1937’de Pequot Kızılderililerinin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmî açıklamaları ise şöyleydi: “Yeryüzü cennetinde, Tanrı’nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki şükürler olsun, bugün artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.” Bugün “Tanrı’nın izni altında” yurduna bağlılık yeminleri eden her Amerikan çocuğu, aslında bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit’ten kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin, Eski Ahit’ten ödünç aldıkları düşünce ise şudur: “Şuurlu olarak Tanrı’nın seçilmiş halkına ait olan Vaadedilmiş Topraklardaki Ken’an halkını yoket!” Tarihçi A.J.Toynbee de buna dikkat çekerek: “Amerika’daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının (sebebi/S.O.) onların kendilerini dinsizleri yok etmekle görevli seçilmiş bir halk olduklarına inanmalarıdır” der. Yazımızın ta ilk başlarında, Amerika’nın kendi halkına uyguladığı şiddeti anlatırken kaydettiğimiz bir senatörün “DÜNYANIN EFENDİSİ SEÇKİN ULUS!” sözünün siyasî-faşizan tarafı bir yana, onu söyleten asıl saik işte bu! Bugün “dünyanın jandarması” havalarının da sebebi bu!..

Noam Chomsky’den:

“-Kolonizasyon hareketinin ilk dönemlerinde Virginia, korsanların ve sömürgecilerin merkeziydi. Sömürgeciler, Kızılderilileri vahşi köpeklerle avlıyor, kadınları ve çocukları katlediyor, ekinlerini yağmalıyorlardı. Bir de Kızılderililere battaniye satıyorlardı; çiçek hastalığı mikrobu enjekte edilmiş battaniyeleri… George Washington, 1783’te şöyle yazmıştı: “Bizim yerleşim bölgelerimizin yayılması, belli bir şiddet gerektirecekdir, aynı kurt gibi… Şekillerimiz tümüyle farklıdır, ama ikimiz de avcıyız!” Bu sözlerin sahibi, resmî literatürde “pragmatik” olarak tanıtılır. Öyledir, baskı, hile ve tehditle Kızılderili topraklarını (yok pahasına) satın almıştır. Thomas Jefferson ise, John Adams’a kehanette (!) bulunarak, “Kızılderililerin vahşet ve sefalete maruz bırakılacaklarını, savaş nedeniyle sayılarının azalacağını ve kendi istekleriyle dağlara gitmeyi seçeceklerini” söylemişti. Daha sonra da şöyle demişti: “Ve tabiî onlar isteyince, biz de onları oralara süreceğiz!” Aynı yöntem daha sonra Kanada’da izlendi, yerliler Afrika’ya veya Karaibler’e sürüldü. Sömürgecilerin uygulamalarını onları izleyen tüm önemli devlet adamları devam ettirdi. Theodore Roosvelt’den 1991 Körfez Katliamını düzenleyen George Bush’a kadar hepsi “DÜNYANIN EGEMEN IRKLARININ ÇIKARLARI” için “savaşta vahşet hakkı” olduğunu savundular. Öyle ki, Winston Churchill ZEHİRLİ GAZIN “MEDENÎ OLMAYAN KAVİMLERE” (KÜRTLER VEYA KISMEN AFGANLILAR GİBİ) KARŞI KULLANILABİLECEĞİNİ savunmuştu.”

Amerika’nın misyonu ile Amerika’ya karşı olmanın mânâları ne kadar açık!..

“Jesus Is Coming-İsa Geliyor” isimli eserin sahibi –bu kitab 1878’de basılmış, İbranice de dahil 48 dile çevrilmiş ve bir milyonun üzerinde satmıştır- Newyorklu Protestan metodist William Eugene Blackstone, bu kitabıyla büyük üne kavuştu. Üne kavuşmasının yanında, J.D. Rockefeller, Cyrus Mc. Cormic, J.P.Morgan gibi zenginleri, Kongredeki senatörleri, hakimleri, avukatları, gazetecileri, yani Amerika’nın “elit tabaka”sından 412 kişi, “Yahudilerin seçilmiş halk” olduğunu söyleyen Blackstone’a destek verdiler. Bu adam 1880’de de “Filistin’i niye Yahudilere vermiyoruz?” lafını söyleyerek alâkalılarının sayısını hızla arttırdı. Theodor Herzl’den çok önce söylenmişti bu söz. Blackstone, 1933’de Chicago protestan cemaatine yazdığı mektubta, “püritenlerin Amerika misyonuna” vurgu yaparak, “İsrail’in uyanışıyla şimdi daha çok ilgileniyorum; dualarımızla beklenen Mesihlerine kavuşabilirler” diyordu.

Kolomb… İlk koloniler ve Püritenler… Eski Ahit’e sadakat… “Seçilmiş Ulus” Amerikanlar… Amerika, “Yeni İsrail”… Blackstone… Etrafında kenetlenen “elitler”… Gaye ise İsrail’i kurmak; “yahudi mesihi”nin gelmesini sağlamak…

Önce Amerika’dan, Amerika’nın içte uyguladığı baskı ve vahşetten bahsettik. Sonra NATO’nun işlevinden, kısaca da “Birleşmiş Milletler Teşkilatı”ndan… Bu bölümlerde işi “siyasî cepheleri” ile ortaya koymaya çalıştık; ondan sonra ise, Amerikan ruhu-misyonu ile Yahudilik arasında sıkı ilişkiye değindik. Zannedersek, Amerikan hâkimiyetinin Yahudi hâkimiyeti olduğunda kimsenin şüphesi kalmamıştır.

Bir nokta daha belirtelim: Bugün Amerikan siyasetine yön veren en büyük teşkilat olan CFR’dir ki, istisnasız –kurulduğundan beri- bütün ABD Başkanları bu teşkilatın üyesiydiler. Ve bu teşkilatın en büyük destekçisi de, Blacstone’ın etrafında kenetlenen Rockefeller, Morgan gibi “elit” tabakadır. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Nato, bu CFR’nin toplantılarında kararlaştırılmış ve sonra da kurulmuştur!

Amerikan hâkimiyetinin Yahudi hâkimiyeti olduğuna; 11 Eylül 2001 saldırısının ise –gerçekte- Yahudi’ye (ki New York bir Yahudi şehridir) olduğuna şüphe yok!..

Yahudi inancına göre, bekledikleri Mehdî geldikten sonra “dinsizlerle” savaş yapıp yenecek ve “yeryüzü cenneti”ni kuracak… Son savaş; “Armagedon”; CFR’li Samuel Hantington’un “medeniyetler savaşı” nazariyesinin “Eski Ahid”çesi… İslâmcası ise “Melhame-i Kübra”!..

Melhame-i Kübra: Büyük, kanlı harb, savaş… Mim+ha+mim+hemze+kef+be+ra+ye= 356. “Hemze”yi kaldırırsak, 355!..

Meşhûd: CUMA. KIYAMET GÜNÜ. Göz ile görülmüş. Görünen. Şehadet edilen. Allah Resûlü’nün bir ismi… Mim+şın+he+vav+dal; Meşhûd: 355.

Üstadımız’ın Kumandan Mirzabeyoğlu’na ithafı şiir: “ÇOCUK!”

Çocuk: Sabî… Sabî: Sad+be+ye… “Ye” harfinin “mahmuze” dedikleri takviye harfi oluşuna nazaran; Sabî: 92!.. Muhammed: Allah Resûlü’nün ismi… Mim+ha+mim+dal= 92!

Meşhûd: Kıyamet günü; 355!..

Tammât: Kıyamet vakti (günü). Belâ. Dahiye. Keskin çığlık… 9+1+40+1+400=451. Salih: 129, Mirzabeyoğlu: 322… Salih Mirzabeyoğlu: 451!..

“10 sene geciken savaş-devrim”; Allah Resûlü’nün diliyle GALİB de belli! Yahudi (ve garibim mü’minler) uyusunlar!!!

Günlük Bir Tarihçe… Boksör galib… Muhammed Ali.

Soru: NATO, 1991’de aldığı kararla “terörizm”i de tehdit sınıflandırmasına koymuştu; fakat NATO ve Avrupa Birliği devletleri PKK’ya örgütlenmesinden finansmanına kadar yardım etmişken, “5. madde”yi hiç akıllarına getirmemişlerdir. Fakat Amerika’daki saldırılardan sonra, tarihinde ilk olarak böyle bir karar aldı. Bu çifte standart değil mi?

Cevab: Ana metinde kullanılan kavramlar ile bazı siyasî ifâdeleri yanlış değerlendirmenin bir sonucudur bu soru. Terör, ana metinde olduğu gibi “dışardan destekli” olarak geçiyor. Avrupa-Amerika ise, PKK’yı “terörist” olarak değil, “ulusal kurtuluş savaşı” veren bir örgüt olarak, Kürt halkının sesi olarak görüyor. Tabiatıyla da senin değerlendirmen değil, onlarınki mühim!..

Bu cevabı Cengiz Çandar, Amerika’nın herşeyiyle iflas ettiğinin dünya âleme ilanı olan bu saldırıdan duyduğu korku ve şaşkınlıkla destekli vahşiliğiyle “Amerika’nın eski Amerika olmayacağını” söyleyip (ki, bunu Amerikalılar da söylüyor!) Amerika’nın saldırı yapma hakkını –“5. madde” destekli olarak- savunuyor ve “hukukî” olduğu kadar “terörizme karşı insanî tepki” olarak gördüğünü söylüyor.

Önce şunu söyleyelim, havalı-mavalı yenilmez-dokunulmaz edalarında yürürken, cılız biri tarafından evireçevire dövülüp çöpe atılan mahallenin kabadayısının hali ne ise ABD’nin hali de şimdi odur! İmaj-mimaj çöpte! “Tekrar sağlar!” Tekrar sağlayabilirse de, tekrar evireçevire dövülmesini engelleyebilir mi? Yol açıldı! Artık “süper güç-dünyanın jandarması” falan YOK!.. Amerika’nın yapması gereken tek akıllı yol, üsleri kapatıp tasını tarağını toplayıp soya fasulyesi yetiştirmeye başlaması, kendi kıtasında dönmesidir: Şamaroğlanına dönmüştür artık!..

Batı dünyasının Amerika etrafında kenetlenmesine gelince… Amerika bir semboldü, imaj vardı, siyasî-iktisadî bir güç idi; şimdi bunlar yıkılınca, Yahudi Hristiyan Medeniyeti’nin sembolü rezil edilince bu sadece Amerika’nın değil, bu medeniyet içindeki tüm devletlerin sonudur. Üstelik, “dolar”ın tek geçerli para olması, dolar’ın düşmesiyle para kaybı demektir. İşte bu siyasî ve iktisadî (ve kapitalizmi doğuran Protestan-Püriten ruhunun) tesiriyle Batı, TOPYEKÛN SAVAŞ ilân etti! Ama “somut” olarak ortada bir “düşman” yok ve en “zevkli” tarafı burası: Amerika, yiğitliğe .ok sürmeden “kim vurdu ulan bana!” diye yana döne bildiği ama göremediği düşmanını arıyor! Neml-Karınca Sûresi’nin 50-51. âyetleri dilimizde, mealen: “…Ama sen bak, onların düştükleri sona!..” Allah büyüktür ve MUNTAKÎM’dir!..

Amerika misilleme yaparsa ne olur? Savaş çıkar filan demiyoruz, çünkü savaş zaten veriliyor; sadece tüm müslümanların birleşmelerine sebeb olur! Dünya üzerindeki tüm batılılar –asker, “sivil”- hedef hâline gelir. Ve, görüldü ki, “ölüme uçarak” giden insanları kimse durduramaz! CIA Başkanı’nın söylediği gibi, “savaş artık sokaklarda, Amerikan sokaklarında olacak”; iyi bilirler ki, sokak savaşının galibi de sokaktaki HALKDIR!

11 Eylül 2001 Salı; “Günlük Bir Tarihçe”den… Varidat’dan… Muhammed Ali!. 1 Haziran’da “Üstadımızın onun hakkında” bir yazısı ve “Üstadımızın bu mümin boksöre olan hayranlığı; keza 11 Eylül’de de.

Muşta: Saç tarağı… Yumruk… Muştu: Müjde… Muştzen: Booksör. Yumruk vuran. Meşt: Meşe: Meşîh: Meşî: Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek. 11 Haziran’da “Uçmak” tablosuna binaen, UÇMA KABİLİYETİ OLAN (Uçak?): Çabuk YÜRÜMEK: FETH. BALÇIK YAPAN KİMSE!..

“Sokrat’a nisbetle Eflatun…” İngilizce “platon-uçak” ile Platon-Eflatun müşterekliği…

Amerika: Ayn+mim+ra+kaf+ye: 420! Na’ş: Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. CANSIZ VÜCUD! Na’ş: 420! Uçak, boksör’ün “feth”den kinaye “el fatiha” olması da çok hoş!!! “10 yıl gecikmiş bir devrim.”

Sokrat: 370; Eflatun: 176: 370+176: 546! Âb-kâr: Sucu, saka. Sâki: 224. Mirzabeyoğlu: 322. Ab-kâr Mirzabeyoğlu: 546!

Seyyid Abdülhakim Arvasi: 566! 546+566= 1112! Salih: 129. İzzet: 477. Erdiş: 506. Salih İzzet Erdiş: 1112!..

“Boksör Galib”… Galib: Galebe eden, yenen. Daha kuvvetli (istila’). Galib: 1033.

Muştzen: Boksör… Mim, şın, te, ze, nun: 797. Müste’zen-Müste’zin: İzin istenilen, izin isteyen. Ebcedleri aynı: 1251! 1251+1033=2284; Elf: 100, Dost: 1284!..

Necip 65. Fazıl: 911. Arvasî: 308. Necip Fazıl Arvasî: 1284.

Boksör Galib: Necip Fazıl Arvasî!..

Ali: Dördüncü halife. Ayn, lam, ye: 110!. Âli: (uluvvu’dan) Yüce, ulu, yemin eden. Ayn, elif, lam, ye: 111! Muhammed: 92.

111? Sena: Şimşek parıltısı. Aydınlık. Ulviyet. Yükseklik. Sin, nun, elif: 111

Sena’dan İsnâ: Yukarı kaldırmak, yükseltmek. Değerini yükseltme. Ateş alevinin yükselmesi. (“Şimdi ocak kızıştı!”) Bir sene bir yerde kalmak. Elif, sin, nun, elif: 112. Galib olmak (GALİB)… Elif, sin, te, ayn, lam, he: 566

Seyyid: 74. Abdülhakim: 184. Arvasî: 308. Seyyid Abdülhakim Arvasi: 566

Necip Kısakürek: 566!

“Boksör Galib!..” İstilâ: (Vely’den) Kaplamak, yayılmak. Ele geçirmek. İşgal etmek. Meydanın sonuna erişmek. Basmak. GALEBE ETMEK! Noktasız harfler toplamı: 92.

Kaptan Kusto: Noktasız harf toplamı: 92! Muhammed: 92. Çocuk: 92.

GALİB: KAPTAN KUSTO: MUHAMMED: ÇOCUK!

Aynı Moğol istila: Noktasız harf: 172! Noktasız harf olarak Kaptan Kusto: 172.

Aynı Moğol İstila: Aynı Kaptan Kusto!

“Moğol İstil”: 1410: Miladî: 1989!.. Sovyetlerin dağılması!..

Tâ en başta söyledik; biz maddi planda görünmeyen, hadiseleri raksettiren keyfiyet-ruhun izindeyiz diye; ve herşeyi bağlı olduğu fikir ve aksiyon KUTBUNDAN bilme edebi içerisindeyiz. Bu mânâda da, KİST?.. KUST! ÜÇ IŞIK!..

Bu ruhî-manevî keyfiyet yanında; baştan beri madde madde ortaya koyduğumuz Yahudi-Hristiyan Medeniyeti, onun sembolü Amerika, kolluk güçleri BM ve NATO’ya karşı “act”ın içine girmek, her müslümanın ve insanın boynuna borçtur.

Kumandan Mirzabeyoğlu dedi ki:

“-Camiamızda herkesin nefsine şunu teklif etmesini istiyorum: Amatörce yapılan faaliyetleri sahici fikrin elinde profesyonelce örgütlemek ve yönlendirmek, profesyonelce yapılan çalışmalarda da işi amatörce bir heyecanla beslemek ve güçlendirmek durumunda olsunlar. Hâdiselerde geveze ve seyirci bir durumda değil de tuttuğu tarafın aktif bir oyuncusu olsunlar… Tarafımız ne şu, ne bu, sadece İslâmdır!”

10 sene gecikmiş ve zaferi vadedilmiş DEVRİM İÇİN!..

DİPNOTLAR

(Büyük Doğu-İBDA külliyatından yapılan iktibaslardaki büyük harfle vurgular tarafımıza âiddir.)

1- Bernard Thomas, Tarih Boyunca Polis Kışkırtmalar-Les Prorocations Policieres-, Koza Yay., Eylül 1975, s. 383

2- A.g.e., s. 367

3- A.g.e., s. 288

4- Claude Julien, Amerikan İmaparatorluğu, (terc: Tahsin Saraç-Aysel Gülercan), Hitit Yay., Ankara 1969, s. 212

5- Bernard Thomas, a.g.e., s. 399

6- A.g.e., s. 399-400

7- Salih Mirzabeyoğlu, Hırka-i Tecrid-Risale-i Üçışık-, İBDA Yay., İstanbul, s. 113-114

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR