‘Salem Büyücüleri’: Salem, Selam, İslam

1692’de, Massachusetts’in Salem Village kasabasında bir gurup genç kız, Hint diyarından gelme bir kölenin anlattıklarını dinledikten sonra garip baygınlık nöbetleri geçirmeye başladılar…

Sorgulandıklarında, kasaba eşrafından bazı kişileri büyücü olmakla ve bu yolla kendilerine eziyet etmekle suçladılar…

Kasaba halkı olayı dehşetle fakat şaşırmadan karşıladı; çünkü, XVII. yüzyılda Amerika’da ve Avrupa’da büyücülüğe olan inanç çok yaygındı…

Bunu izleyen gelişmeler, Püriten New England’ın içtimaî ve ruhî dünyasında kalıcı izler bıraktı…

Kasaba yetkilileri, büyücülük suçlamalarını dinlemek için bir mahkeme kurdular ve Bridget Bishop adında bir meyhane sahibini hemen mahkum ve idam ettiler.

Bir ay içerisinde beş kişi daha mahkum edildi ve asıldı.

Sözde suçlular yargılanıp cezalandırılmış olduğu halde, müddeilerin mahkemede, sanıkları ruh ve hayalet biçiminde gördüklerini anlatmış olmaları halkta ruhî sarsıntılara yol açtı…

Tabiî olarak, bu gibi “hayaletlere ilişkin kanıtlar”ın gerçekliği ispatlanamadığı ve bu konuda adil bir yargılama yapılmadığı için soruşturmalar sürek avına dönüşüverdi…

1692 sonbaharına kadar, erkek-kadın, 20 kurban daha idam edildi ve kasabanın bazı mühim şahsiyetleri de dahil olmak üzere 100’den fazla kişi hapse atıldı…

Aşırı hissi tepkilerin Salem Village sınırlarını aşma tehdidi ortaya çıktığı için kolonideki din adamları yargılamalara son verilmesi çağrısında bulundular…

Koloni valisi bu çağrıya uyarak mahkemeyi dağıttı; hapiste bulunanlar da cezaları ertelenerek salıverildiler…

Salem Village’deki büyücülük duruşmaları, Amerikalıları uzun süre büyüledi…

Bazı tarihçiler, ruh penceresinden bakıldığında, büyücülüğün varlığı konusundaki yaygın inanç nedeniyle 1692’de Salem kasabasında toplumun bir tür isteri nöbetine tutulduğu şeklinde izah ettiler hadiseyi…

Bu tarihçilere göre, genç kızlardan bazıları rol yapmış bulunsalar bile, sorumluluk sahibi olması gereken yetişkinler de bu çılgınlığa kapılmışlardı…

Lakin, hadiseye, suçlananların ve suçlayanların kişiliklerinden ziyade içtimaî konumlarına bakarak ve o günün sosyal-siyasî durumunu okuyarak bakanlar şunu görmekte zorluk çekmediler:

O günlerde bütün New England’da olduğu gibi, Salem Village de tarıma bağlı ve Püriten egemenlik altındaki bir toplumdan, ticaret ağırlıklı ve daha seküler bir topluma doğru ekonomik ve siyasî dönüşüm içindeydi…

Suçlayanların pek çoğunun, çiftliklere ve kiliseye bağlı statüko temsilcileri olmalarına mukabil, büyücülükle suçlananlar, mevcudu evirmeye namzet sınıfın üyeleriydiler…

Salem’de, eski ananevî guruplarla, daha yeni yeni tebarüz eden tüccar sınıfının içtimaî ve siyasî gücü ele geçirmek için yürüttükleri gizli savaş, Amerikan tarihi boyunca mütemadiyen tekrarlandı; fakat, taraflar arasında, şeytanın evlerinde başıboş dolaştığı inancı yaygınlaşıp olgunlaştığı zaman, bu çatışma garip ve öldürücü boyutlara erişti…

Salem’deki büyücülük duruşmaları, çarpıcı ve çarpıtıcı suçlamalarda bulunmanın ölümcül sonuçlarını gösteren ve nihayet Amerika’yı Büyük Şeytan yapan paradigmanın çok müşahhas şuuraltı bulgularından biridir…

Bu yüzdendir ki, hedefi ya tamamen saptırarak veya maksadını aşarak mesnetsiz suçlamalarla belli bir kesimi topyekûn imhaya yönelmenin adına “büyücü avı – cadı avı” denilmektedir…

O bunu hep yapıyor…

Bir bilinmeyeni arayıp araştırmak ve elde edilen verileri okuyucularıyla paylaşmak, mevzuu ne kadar grift olursa olsun zevkli bir uğraştır bir yazar için; asıl zor olan bedahetler üzerine yazmak…

Ama öyle bir çağda yaşıyoruz ki, insanlık bir küresel aptallaştırma operasyonuna uğramış; en bilinmeyenler de işte bu bedahet çapındaki hakikatler; öyle olmasaydı böyle olur muydu?

Bu yüzden haz değil daha çok ızdırap veriyor yazmak…

Büyücü avının topyekûn müslümanları avlamaya yöneldiği bugünleri tarihçiler tarihe nasıl sığdıracaklar bilemem; ama eminim ki tarih, aşağıdaki ızdırap verici satırların ve benzeri insanî seslerin sahiplerini onurlandırmayı ihmal etmeyecektir…

Ağlamadan edemedim; Dünya Ticaret Merkezi’ndeki trajik kaderini, yürek paralayıcı öyküsünü anlatan birini TV’de görür görmez gözyaşlarımı tutamadım…

Fakat tam o ân, askerî birliklerimiz Noriegayı arama bahanesiyle Panama’daki El Chorillo yakınlarında 5 bin zavallı insanı katlettiği zaman neden ağlamamış olduğuma şaşırdım…

Liderlerimiz, Noriega’nın başka bir yerde saklandığını biliyorlardı ama biz El Chorillo’yu yerle bir ettik; çünkü orada yaşayan halk, ABD’nin Panama’dan tamamen çekilmesini isteyen yurtseverlerdi…

Daha da kötüsü, Savunma Bakanımız Mc Namara önderliğinde, kazanamayacağımızı bildiğimiz bir savaşta, büyük çoğunluğu masum köylüler olan 2 milyon Vietnamlıyı öldürdüğümüz zaman neden ağlamamıştım?

Ertesi gün kan vermeye gittim, kan vermek için önümde sıra bekleyen bir Kamboçyalı hatırlattı; düşmanımızla savaşıyor diye paraya boğduğumuz Pol Pot kasabı 1 milyon Kamboçyalıyı öldürdüğü zaman neden ağlamamıştım?

Bu akşam ağlamak istemediğim için sinemaya gittim.

Filmler arasından Lumumba’yı seçtim.

Hükümetimiz aç gözlü, vahşi, katil bir diktatör olan General Mobutu’yu başa geçirmek için Kongo’nun sevilen liderini öldürttüğü zaman da ağlamadığımı hatırladım…

CIA, II. Dünya Savaşı’nda Japon işgalcilere karşı savaşan ve bağımsız bir ülke kuran Endonezya’nın Sukarno’sunu devirip, onun yerine Japonlarla işbirliği yapmış ve en azından yarım milyon Marksisti(!) –kalıbımı basarım ki o halk Marks’ın adını duymuşsa eğer, o bildiğimiz Marks değil, kesinlikle Groucho’dur- öldürecek olan bir başka generali, General Suharto’yu başa geçirdiği zaman da ağlamamıştım…

Dün gece tekrar TV seyrettim ve kayıp olan o harika babanın iki aylık çocuğuyla oynadığını gösteren fotoğrafları karşısında tekrar ağladım…

Ama, Times’da Ray Bonner’in grafiklerle anlattığı binlerce Salvadorlunun katledilmesi, CIA’nın eğitilmiş ajanlarınca Amerikalı rahibelerin ve rahibe adaylarının ırzına geçilerek öldürülmesi karşısında tek damla gözyaşı dökmemiştim…

Görüşlerinden nefret ettiğim Başsavcı’nın karısı Barbara Olson’un ne kadar cesur olduğunu TV’den işittiğim zaman ise ağlamadım…

Fakat, hükümetimiz, şu Karibiklerin küçük harika Grenada ulusuna turistik bir havaalanı kurdukları için –tabiî benim hükümetim bu havaalanının bir Rus üssü olacağını iddia etmişti-saldırdığı ve daha rahat bir hayat ummaktan başka suçları olmayan masum insanları öldürdüğü zaman da ağlamamıştım…

İsrail’in bugünkü başbakanı Ariel Şaron, zamanında Sabra ve Şatilla mülteci kamplarındaki binlerce yoksul Filistinlinin katlini planlayıp emrettiği; aynı Şaron, Begin ve Şamir gibi başbakan olan öteki Irgun ve Yıldız çetesi teröristleriyle, İngiliz subaylarının karılarını ve çocuklarını kaldıkları King David otelini havaya uçurarak öldürdükleri zaman neden ağlamamıştım?

Bir insan sanıyorum ki daha çok kendi meselesi için ağlar…

Fakat bu, bizimle anlaşmaya yanaşmayan birinden böylesine intikam almak için yeter sebep midir?

Amerikalıların ister göründükleri şey budur…

Hükümetimizin ve medyamızın ezici çoğunluğunun istediği şey de kesinlikle budur…

Kendimizin özgür, onların ise özgür olmadıklarını iddia ettiğimiz için, dünyamızın yoksul halklarını kendi çıkarımıza sömürme hakkına sahip olduğumuza gerçekten inanıyor muyuz?

Bu nedenle savaşa gidiyoruz şimdi…

Kesinlikle, masum kardeşlerimizi öldürenleri yakalamaya gittiğimiz söyleniyor; Bin Laden’e karşı, Taliban’a karşı, Irak’a karşı, kim ve ne olursa ona karşı…

Bu süreçte yeniden masum çocuklar öldüreceğiz…

Önümüzdeki kış için giyeceği olmayan çocukları…

Barınacak evleri olmayanları…

Neden suçlu olduklarını öğretecek bir okulları bile olmayanları…

Belki Protestan Falwell ve Robertson, Hristiyan olmadıkları için onların zaten ölümü hakettiklerini ileri süreceklerdir…

Ve Dışişleri Bakanlığı sözcüleri, zaten yoksul ve geri olduklarını ve bu savaşın onlar için daha iyi olacağını anlatacaklar dünyaya…

Ya sonra?

Dünyayı istediğimiz istikamete çevirebilecek miyiz?

Senin ve benim üzerimde yoğun bir gözetim kuran tüm bu yeni yasalarla, CEO’larımız, küreselleşmeye karşı halk gösterilerinin şimdi daha rahat ve ilelebet yıldırılacak olmasından kesin haz duyacaklardır…

Artık Seattle, Quebec ya da Cenova yok; nihayet barış(!)…

Tabiî gelecek sefere kadar…

Peki o zaman kim olacak?

El Chorillo’da masum ana babasını katlettiğiniz, hayatta kalmayı başarıp büyümüş bir çocuk mu?

Kendi ülkesinin yoksullarına daha iyi bir gelecek sağlamaya çalışmış biricik hükümeti devirmenin en iyi yolunun, onun öğretmenlerini, sağlık personelini ve tarım işçilerini öldürmek olduğunu CIA el kitaplarından öğrenmiş ve bizim demokrat(!) kontralar diye adlandırdığımız bir avuç gangsterin, doktor ana babasını öldürdükleri Nikaragualı bir genç kız mı?

Ya da bir komünist, bir demokratik sosyalist ile bir milliyetçi arasındaki farkı asla anlayamamış, Nikson’un dışişleri bakanı Henry Kissinger’in emriyle tüm ailesi ortadan kaldırılmış öfkeli bir Şilili mi?

En alttakilerin sırtından dünyayı yönetmeye devam ettiğimiz sürece, birilerinin intikamının acısını çekeceğimizi biz Amerikalılar ne zaman öğreneceğiz?

Kendi yolumuzu dayatmak için terörü kullandığımız sürece, hiçbir savaş terörü durduramayacaktır…

İşte bu nedenlerle ağlamayı kestim ve TV seyretmeyi bıraktım…

Yürüyüşe çıkmıştım ki, evimden biraz ötede, yerel itfaiye binasının önüne çiçekler ve mumlar koyan bir kalabalık gördüm; itfaiyeciler her zaman gülümseyerek komşularını selamlayan insanlar, ilk kulenin kurbanlarını kurtarmak için hızla oraya gittikleri ve kulenin çökmesiyle birlikte onlarla birlikte orada öldükleri için bina Salı gününden beri kapalıydı; orada yeniden ağladım…

Bunları yazdığım zaman, kendi kendime ‘bu yazıyı gönderme; öğrencilerinden, meslektaşlarından ve komşularından bazıları senden nefret edecekler, belki sana zarar bile verecekler’ dedim…

İşte tam bu sırada TV’yi açtım, Dışişleri Bakanı Powell, bu çocuklara, bu yoksul halklara, bu ABD’den nefret edenlere karşı savaşın şart olduğunu; çünkü bizim uygar olduğumuzu, onların ise olmadığını bana anlatıyordu…

Bunun üzerine bütün risklerini göze alarak bu yazıyı yayınlatmaya karar verdim; belki bunu okuyan birden fazla Amerikalı şu soruyu soracaktır:

NEDEN, DÜNYADA BU KADAR ÇOK SAYIDA İNSAN, BİZİM ONLARA TATTIRDIĞIMIZ ZEVKLERDEN(!) BİR PARÇACIK DA BİZE TATTIRABİLMEK İÇİN ÖLÜME BU KADAR HAZIRDIR?

(John Gerassi, The Black World Today)

30/9/2001

Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR