GİRİŞ
Charles Baudelaire (9 Nisan 1821 – 31 Ağustos 1867) hakkında çok konuşulmuş, çok şeyler yazılmış bir şair… “Çok şey…” Bizim yazacaklarımız, bu “çok şeylere” ilave değil; bir mânâda da öyle… Yazacaklarımız, esasında Baudelaire hakkında yazılmış olanların kendimizce bir dökümü… Baudelaire’in pek bilinmeyen yönlerine de eğileceğiz.
Üstadımız bir konuşmasında, kendisine tevdi edilen, “Batıdan kimleri seversiniz?” sualine, meâlen, ”Bir, Rembo; pek severim demesem de, bir Bodler şayan-i dikkattir”, cevabını veriyor..
“Şayan-ı dikkat Bodler”…
Niçin ve nasıl?..
Baudelaire’in “şayan-ı dikkat” ciheti, muhtemelen, marazî bir kafa olmasında evveliyetle… Ve bu “marazî” halini, “intiharla kucak kucağa” yaşamaya kadar götürüp, hudûdda şiirler kaleme almasından…
Bu çalışmamızda, marazî kafadan yansıyan şiirleri, “Elem Çiçekleri”ndeki şiirlerinden 53’ünü bulacaksınız.
9 Nisan’da doğdu Baudelaire; bu sene 180. doğum yılı… Bu çalışmamızı -eksik hâliyle- bu “marazî kafanın” doğum yılına denk düşürmeye, onun düşüncelerini bu vesileyle anlatmaya çalıştık.
Şimdi… Buyrun… Şiir ziyafetine…
I. BÖLÜM: BAUDELAİRE’İN “KISA” HAYATI
“Hakiki şair” sınıfından Charles Baudelaire; François Baudelaire isimli, orta halli bir aileye mensub baba ile, Caroline Archenbaut-Defayis isimli Londra’da doğmuş bir anneden, 9 Nisan 1821’de’de Paris’te Hautefeuille sokağında doğmuştur. Charles Baudelaire’in babasının, o altı yaşındayken vefat etmesi üzerine, annesi ikinci evliliğini, bir subay olan Jacques Aupick’le yapar.
Üvey babası 1833 yılında ayaklanmayı bastırmak için Lyon’a görevli olarak tayin edilir, Charles Baudelaire’i de, “Lyon Krallık Koleji”ne yatılı öğrenci olarak yerleştirir; buradaki hayatı, mizacındaki melankoliyi kabartır ki, bunu “Balkon” şiirine de yansıtır.
1838’de ailesiyle Pirene’lere yolculuk yapar; ilk mısralarını burada kaleme alır. Latince şiir yarışmalarında birincilik kazanır. 1839’da okuldan uzaklaştırılır; liseyi dışarıdan bitirir.
20 yaşlarında okuduğu eserlerin ve mizacının tesiriyle felsefe ve din sahasında tefekkür etmektedir; ateist değildir ve “mistizme” kaymaktadır. Annesi, onu tam mânâsıyla desteklemektedir.
Charles Baudelaire’in bu hayatından endişe eden üvey babası -ki, artık Albay olmuştur-, onu Hindistan’a giden bir gemiyle seyahata yollar. O ise Maurice adasında inip, Bourbon adasına gelir; bir aile dostlarının, Adolphe Autard de Bragard’ların yanında misafir olarak kalır. Burada baş şiiri olan “Albatros”u kaleme alır. Bu yolculuğu esnasında yazdığı “Sömürgeli Bir Kadına” (A une Dame créole) şiirinin ilhamını, evsahibesiden almıştır. O günlerin hatıralarını ise, “İnsan ve Deniz”, “Alıp Götüren Koku”, “Moesta et Errabunda” ve “Yolculuk” şiirlerinde mısralaştırır.
1842 yılında, tiyatro oyuncusu bir aktrist olan Jeanne Duval ile karşılaşır; bu kadın ona “Elem Çiçeklerini” ilham edecektir. Bu sırada o, aşk ve kadın düşüncesi üzerinde yoğunlaşmaktadır; “Füzeler”, “Çıplak Yüreğim” isimli eserlerinde bu düşüncelerini kaleme alır.
1842’nin 9 Nisanında artık “reşid” olduğundan, babasından kalan 100 bin franklık mirası almaya hak kazanır. Saint-Lois’ye yerleşir; lüks bir hayat içinde zevk alemlerinde, tam bir bohem olarak mirası harcamaya başlamıştır. Temmuz ayında annesi, onun bu hayatından endişe ettiğinden ötürü mahkeme başvurur ve onun “hacir” altına alınmasını ve bir “vasi” tayinini talep eder. 21 Eylül’de mahkeme Neuilly noteri Ancell’i Baudelaire’in vasii olarak tayin eder. Şair, ailesine lanetler yağdırmaktadır.
1848 Paris ihtilâli sırasında; Fransa’nın 1789’dan beri gittikçe artan karmaşıklığı içinde o, barikatlardadır. Öyle ki, halkı, üvey babasının evine doğru bile sürükler öldürtmek için. Salut Public isimli gazetede ihtilali savunan yazıları yayınlanır. Bu sene Poe’dan tercümeler yapar.
1855’de “Elem Çiçekleri-Les Fleurs du Mal” ismi altında , “Reuve des deux Mondes” isimli dergide onsekiz şiir neşreder.
Modern şiirin ilk büyük eseri sayılan, “Les Fleurs du Mal-Elem Çiçekleri”, kitap olarak ilk defa, naşir Poulet-Malassis tarafından 25 Haziran 1857’de Paris’te bin üçyüz adet olarak neşredilir. Kitap, yayınlandığı tarihte, ”ahlâka aykırı“ görülerek, Ağustos ayında, edebî eserlerle ilgili davaların en ehemmiyetlilerinden birine konu olmuştur. Dava neticesinde, Baudelaire ile neşredenler para cezasına çarptırılmış, “Elem Çiçekleri”nin 299 mısraı, “Takılar, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri” isimli şiirleri yasaklanmıştır.
Baudelaire, hususi hayatında tam bir bohemdir; şarap ve afyona da tutkundur. Babasından kalan büyük mirası neredeyse bitirmiştir, annesinden de para almaktadır.
1857’de “Le Pre’sent” isimli dergide “Gece Şiirleri” adı altında altı mensur şiir neşreder. “Artiste” dergisinde Flaubert hakkında bir tetkik makalesi kaleme alır. Kasım ayında da “Le Pre’sent”, Baudelaire’in şiirlerini neşreder.
1858’de Poe tercümeleri ile kendi şiirleri neşredilir.
1859 13 Mart’ında “Artiste” dergisinde Théophile Gautier üstüne bir tetkik yapması istenir. Bu tetkik makalesi, Victor Hugo’nun, Baudelaire’e “Elem Çiçekleri” üzerine yazdığı bir mektubla beraber neşredilir. Victor Hugo, mektubunda, yasaklanan kitab için, “‘Elem Çiçekleri’niz yıldızlar gibi parlayıp, ışık ve kıvılcımlar saçıyor” diye yazar. Bu arada beyin hastalığı geçirir. Sağlığı gittikçe kötüleşmektedir. Baudelaire, 1859, 5 Nisan’da, felç olan sevgilisi Jeanne Duval’in yanına taşınır.
1860 yılının Mayıs sonunda “Paradis Artificiels-Yalancı Cennetler” isimli kitabı neşredilir.
1861’de “Elem Çiçekleri”nin ikinci baskısı çıkar. Frengilidir; vücûdundaki ağrılar gittikçe şiddetlenmektedir. Ağrılarını dindirmek ve yaşadığı bohem hayatın sonucu olarak, tabiî ki, şiir de yazabilmek için, afyon ve geyikotu gibi uyuşturucu maddeleri kullanmaktadır.
1864 yılında Le Figaro’da (7-12 Şubat) altı şiir halinde “Le Spleen de Paris”i yayınlar.
1866’da annesine ve yakın dostu Asselineau’ya mektublar yazarak şiddetlenen ağrılarını hakkında tedavi usullerini sorar. 15 Mart’ta Saint-Loups kilisesini gezerken inme iner… Annesi onu Paris’e getirtir ve Doktor Duval’in hastahanesinde tedavi başlatılır. Dostları yanındadır.
31 Ağustos 1867 tarihinde ölür. 2 Eylül’de de Montparnasse’daki aile mezarlığına, nefret ettiği ve Paris ihtilali sırasında öldürtmeye çalıştığı üvey babası General Aupick’in yanına defnedilir.
II. BÖLÜM: KENDİ DİLİYLE BAUDELAIRE
Baudelaire’in karmaşık, çarpıntılı, “spleen” hâlindeki hayatını ve sanat anlayışını, şairin kendi diliyle yazdıklarından, vermek daha uygun olur.
- “Güzel ve Kötü”:
«-Benim güzelimin tanımını buldum. Bu güzel, yakıcı, hazin, anlaşılmayı zamana bırakan, biraz kapalı bir şey. Fikirlerimi bir kadın yüzünü örnek alarak açıklayayım.
Cazibeli, güzel, aynı zamanda ve karmaşık bir biçimde, hem cinsî arzu hem hüzün uyandıran bir baştır bu. Melankoli, bıkkınlık, hatta doyumsuzluk fikrini içeren veya tam tersine, bir fikri, yani, yoksunluktan ve ümitsizlikten doğar gibi ters akan bir acıyla birleşmiş bir yakıcılığı, bir yaşama arzusunu içeren baş.
Güzelin başka nitelikleri de var: Esrar ve hasret gibi…
Yüz ne kadar melankolik olursa o kadar çekicidir, o kadar kışkırtıcıdır. Ama baş, öte yandan, yakıcı ve hazin birşeyler, ruhî ihtiyaçlar, bastırılmış arzular -homurdanan ve kullanılmamış bir güç fikrini- bazen intikamcı bir duygusuzluk fikrini, bazen de -ki, bu güzelliğin en ilginç niteliklerinden biridir- esrarı ve son olarak da Mutsuzluk’u içerecektir. Güzellik, Kıvanç ile bağdaşamaz gibi birşey ileri sürmüyorum, ama diyorum ki; Kıvanç, onun en bayağı süslerinden biri, Melankoli ise muhteşem sevgilisidir. Öyle ki, bilmem beynim büyük bir ayna mı, içinde Mutsuzluk olmayan bir güzellik tipi aklımın köşesinden bile geçmez. Bu fkirlere inanmış -başkalarına göre bu fikirlere saplanıp kalmış- olan ben, kısaca, Miltonvari, en canlı güzellik tip Şeytan’dır demekten kendimi alıkoyamam.» (“Des Journeaux Intimes. (Şairin “günlükleri”) Füzeler XXII bölümü)
- “Şer, Maraz ve Şuur”
«Edebî tartışmalarda yıllardır sanatta, güzel, iyi, yararlı ve ahlâk gibi büyük ve korkunç sözcüklerle karşılaşırız. Ne kargaşa!.. Felsefî bilgelik eksikliği yüzünden herkes bayrağın bir yarısını kendine alıp, öteki yarısının hiçbir değeri olmadığını söylüyor…
Yazık ki, benzer yanılgıları birbirine zıt bir iki okulda da, burjuva ve sosyalist okulunda da görüyoruz. Misyoner ateşiyle tutuşarak “toplumu ahlâkî bakımdan yükseltelim!” diye haykırıp duruyorlar. Tabiî olarak, biri burjuva ahlâkından, diğeri sosyalist ahlâktan sözediyor. Böylece sanat da artık bir propaganda âleti halini alıyor.
Sanat yararlı mıdır?.. Evet!… Niçin yararlıdır?.. Sanat olduğu için… Zararlı sanat da var mıdır?… Hayat koşullarını rahatsız eden sanat zararlı sanattır…
Hayâsızlık ayartıcıdır; o halde onu ayartıcı bir biçimde betimlemek gerekir. Hayâsızlık kendisiyle birlikte, kendine has ahlâkî hastalıklar ve acılar da yaratıyormuş… O halde onları da betimlemek gerekirmiş… Bir eserde kötülük, suç her zaman cezalandırılır, erdem, her zaman ödüllendirilir mi?.. Hayır!… Ama yazdığınız roman, yazdığınız tiyotro oyunu iyi ise, kimsede tabiatın kanunlarını çiğneme arzusu uyandırmaz. İyi bir sanat yapmanın ilk zorunlu şartı, eksiksiz bir bütünlüğe inançtır. Bahse girerim ki, güzel’in bütün şartlarını yerine getirdiği halde, zararlı olabilen tek bir eser gösteremezler…
Yıllarca Berquin’in adını söyleyerek kulağımda davul çalan bir dostum vardı. Tam bir yazarmış, sevimliymiş, iyiymiş, insanların yüreğine su serpiyormuş, iyi şeyler yazıyormuş, bu yüzden de büyük bir yazarmış! İster mutlu bir olay, ister mutsuzluk deyin, çocukluğumda yalnızca yetişkinlere yönelik eserler okuduğum için bu yazarı bilmiyordum. Kafamın yine bu pek moda, sanatta ahlâk meselesiyle allak bullak edildiği günlerde, rastlantı sonucu elime Berquin’in bir eseri geçti. Dikkatimi ilk çeken şey, kitaptaki çocukların büyük adamlar ve kitaplar gibi konuşmaları ve babalarına, annelerine, aile büyüklerine ahlâk dersi vermeleri oldu… Kendi kendime, “düzmece sanat işte bu!” dedim… Okumayı sürdürdükçe gördüm ki, akıllılık, usluluk tatlıyla ödüllendiriliyor, yaramazlık, verilen cezalarla gülünç duruma düşürülüyordu. Uslu durursan, tatlı ve şeker veririm; işte bu ahlâkın temeli!… Başarının şartı, kesinkes erdemli olmak… “Berquin yoksa Hıristiyan değil mi?”, dedim kendi kendime… Ve hükmümü, kararımı hemen verdim, “zararlı sanat dedikleri işte bu sanat!..” Zira, Berquin’in öğrencisi, yetişkinler dünyasına girdiğinde kararını verecek: Erdem başarının şartıysa, o halde başarı da kesinkes erdemin şartıdır. Öğretmeninden aldığı öğütlerin de yardımıyla erdemin hanında oturduğunu sanarak erdemsizliğin hanına kapağı atacak!» (1851 tarihli, “Tiyatro Oyunları ve Dürüst Romanlar isimli makalesinden.)
- “Sanat’ta Elem ve Kötülük”
İyi, ahlâkî araştırmaların temeli ve amacıdır. Güzel ise, zevkin tek tutkusu, tek amacıdır… Bir başka sakar düşünce daha var, yedi canlı bir yanılgı… Bu safsatanın üç de yapışık kardeşi var: Tutku, gerçek ve ahlâk…
Şiirin amacının şunu veya bunu öğretmek olduğunu düşünen bir yığın insan var. Şiir, gelenek ve görenekleri yetkinleştirmeliymiş, şuuru güçlendirmeliymiş, kısaca yararlı olanı göstermeliymiş. Kişi kendine eğilme, ruhunu sorgulamak, çoşkulu hatıralarını yadetmek istesin, yeter, o zaman şiir’in şiirden başka amacı olmadığını görürüz.
Sözüme kulak verilsin, şiir, gelenek ve görenekleri soylulaştırmaz, demiyorum; son amacının, hedefinin, insanları bayağı çıkarlar üzerine yükseltmek olduğunu yoksaymıyorum. Söylemek istediğim şu: Eğer şairin tek amacı ahlâkı izlemek ve savunmak olursa o zaman eserinin şiirsel gücü de zayıflamış olur. Hatta denebilir ki, böyle durumda ortaya çıkan eser de kötüdür. (…)
Umumi yanılgıda açıklanması çok kolay bir karışıklık var. Falan şiir güzelmiş ve temiz duyguları dile getiriyormuş. İyi ama Güzel olmasının sebebi, temiz duyguları dile getirmesi değil ki!.. Falanca şiir de güzelmiş ama temiz duyguları dile getirmiyormuş; iyi de, Güzel’liği, temiz duyguları dile getirmemesinden doğmuyor ki; daha açıkcası,güzel olan dürüst olmayandan daha dürüst değil ki!..» (Théophile Gautier ve Auguste Barbier üzerine yazdığı makalelerden.)
«- Her insanın, aynı anda iki dileği var; biri Tanrı’ya dönük, diğeri Şeytan’a.Tanrı’an yardım umma veya tinsellik derece derece yükselme arzusudur. Şeytandan medet ummak veya hayvanlık iniş kıvancıdır. Kadınlara karşı duyulan aşk ve hayvanlarla, köpeklerle, kedilerle falan içden konuşma, Şeytan işi olsa gerek. Bu iki aşktan türeyen kıvançlar, bu ki aşkın tabiatına uygundur. Pisi pisim, minik kedim, arslanım, minik maymnum, koca maymun,gidi boğa, hüzünlü sıpam!.. Dilde yinelenip durulan bu tür kaprisli sözler,sevgiliye çoğu zaman hayvan adlarının takılması,aşktaki şeytan yanın tanığıdır. Şeytan da hayvan biçiminde değil mi? “Cazotte’un devesi, deve, iblis ve kadın…»
- “Ruh Hâli”
«- Durumumu sana açmak için ne zaman kalemi elime alsam, seni kahretmekten, zayıf düşmüş bedenini incitmekten korkuyorum. Her an canıma kıydım, kıyacağım, bundan hiç kuşkun olmasın. Beni çok, çok sevdiğini biliyorum; aklın kör ama yüce bir karakterin var! Canıma kıymam sana saçma geliyor değil mi. “Demek yaşlı anneni, yapayalnız bırakmayı düşünebiliyorsun”, diyeceksin. Buna doğrudan hakkım olmasa da otuz yıla yakın bir süreden beri çektiğm acılar bağışlanmama yeter. “Allah korkusu da yok mu?”, diyeceksin. Görünmez bir dış varlığın kaderimle ilgilendiğine inanmayı ne kadar isterdim (bu konuda nasıl içtenolduğumu benden iyi kimse bilemez); buna inanmak için ne yapsam bilmiyorum ki?
Ben senin yanında hep yaşayan bir varlıktım; yalnızca benimdin artık. Hem putum, hem arkadaşımdın. Çok çok gerilerde kalmış yıllardan tutkuyla sözetmeme belki şaşacaksın. Ben bile şaşıyorum. Belki de ölümü bir kez daha arzulamamdan, geçmişin, eski vakaların aklımda lif lif çözülmesinden kaynaklanıyor bu.
Daha sonra, bilirsin, kocan, (annesinin ikinci eşi olan subaydan bahsediyor. S.O.) ne acımasız bir eitim seçti benim için; kırk yaşındayım ve hala o kolej yıllarını ve üvey babamın oluşturduğu korkuyu acıylahatırlıyorum. Yine de onu sevmiştim, zaten bugün ona hak verecek olgunluktayım. Hasılı sakat tutumunu ısrarla sürdürmüştü. Bu meseleyi geçelim; zira, gözlerindeki yaşları görür gibiyim. Sonunda kurtuldum ama tümüyle terkedildim.» (6 Mayıs 1861 tarihli annesine yazdığı mektubdan…)
III. BÖLÜM: “ELEM ÇİÇEKLERİ” MAHKEMESİ
“Elem Çiçekleri”nin neşrinden kısa bir süre sonra “Le Figaro” gazetesinde, Gustave Bourden isimli birinin yazdığı tenkid makalesinde, kitabın “dinî ve örfî kurallara aykırı” olduğundan bahsedilmiş ve Savcılık, tıpkı, bugün olduğu gibi “göreve çağrılmıştır.” Makalede, kitab şu şekilde anlatılmaktadır:
«- Kitabı okudum, gayem, bir hüküm vermek değil; sadece, bende bıraktığı intibahı yazıyorum ve bunu başkalarına zorla kabul ettirmek maksadında değilim… Öyle anlar oluyor ki, insan Bay Baudelaire’in aklından şüpheye düşüyor. İğrençlik, rezillikle dirsek dirseğe; kokuşmuşlukla, çirkef kolkola girmiş. Bu kadar az sayfada, bu kadar çok memenin ısırıldığı ve çiğnendiği hiçbir kitabda görülmemiştir; bu kadar iblis, cenin, şeytan, kemirgen, kedi ve kurtların cirit attığı başka bir kitab da yoktur. Bu eser, aklın tüm delilik ve şaçmalıklarına kalbin tüm kokuşmuşluklarına açık bir hastahanedir; gayesi, elbette ki, delilik ve kokuşmuşlukları iyileştirmek değil, çünkü onları iyileştirmenin çaresi yoktur.»
Bunun ardından da katoliklerin neşir organı “Journal de Bruxelles”de, aynı minvalde fakat imzasız bir makale neşredilir:
«- Elem Çiçekleri ismiyle yayınlanan şiir kitabının yanında “Madame Bovary” denen o iğrenç roman bile ağzı süt kokan bir çocuk gibi kalır. Yazarı, Edgar Poe’yu çeviren, başıbozuk ve gerçekçi basının çirkefleriyle beslenmiş, küçük bir topululukta on yıldır büyük bir adam yerine konmuş Baudelaire adında biri… Bu kitabın nice alçaklıklar ve çirkefliklerle bezendiğini anlatacak sözcük bulamıyorum. Yazarın dostları bile, korkuya ve dehşete kapılmış durumdalar. Polisin harekete geçmesinden endişelenerek, telaş telaşa, yazarının ruhî bir çöküntü içinde olduğunu iddia ve savunmaya çalışıyorlar. Dürüst bir kalem için bu kitabdan iktibaslar yapmak bile, çok zor. Kendine saygı duyan her okuru, Baudelaire’i kırbaçlamaktan alıkoyan tek şey, ancak ona karşı duyduğu tiksinti olabilir.»
Şurası şüphesiz ki, Baudelaire, 1500 veya 1600’lü, 1700’lü yıllarda yaşamış olsa idi, hem sorgusuz sualsiz, Engizisyon hâkimlerinin huzurunda “suçunu itiraf etmiş!!!” olur, hem de hemen yakılırdı. Fakat, 1789 Fransız İhtilali’nin açtığı yol, onun kurtarıcısı(!) olmuştur.
Kitab üzerine yazılan aleyhte makaleler sebebiyle, hemen soruşturma açılır: Baudelaire’e isnad edilen suç, “genel ahlâka ve dinî inançlara saldırmak”… Soruşturmayı açan savcı, İmparatorluk Savcısı adına yardımcısı Savcı Pinard’dır. Baudelaire’in avukatı ise, çok kısa bir süre önce, aynı sebeble dava açılan “Madame Bovary” kitabının yazarı Gustave Flaubert’i savunan, Gustave Chaix d’Est-Ange…
- Baudelaire’nin Dava Hakkındaki Düşünceleri
Baudelaire, avukatına yolladığı yazılı bir metinle, kitabın neyi anlattığınıve onu nasıl savunması gerektiğini anlatır:
«-Eser, bir bütün olarak değerlendirilmeliir; o zaman da nasıl bir müthiş ahlâka sahip olduğu görülecektir. Yüz şiirin tamamı ele alınacak yerde, yalnızca onüç-13’ü ele alınıp suç isnad ediliyor; ne hoşgörü!.. Böyle bir hoşgörüden elbette kendime övünme payı çkartacak değilim. Kitabın kendi içindeki bütünlüğünü vurgulayarak sorgu hâkimine şunları söylemiştim: “- Tek hatam, evrensel zekaya güvenmek ve bu yüzden de kitabıma, edebî ilkelerimi ve ahlâk üstüne düşüncelerimi açıklayan bir önsöz koymamam oldu.” (Sanat eserlerindeki ahlâk konusunda, Bay Honoré de Balzac’ın “Le Semaine” isimli günlüğünde, Bay Hippolyte Castille’e yazdığı ilginç mektubları araştırmanızda fayda var.)
Kitabım, piyasadaki diğer kitablardan daha yüksek bir fiyata satılıyor. Bu da önemli. Demek ki amacım, geniş kitlelere seslenmek değil. Kitabda suçlanan şiirlerden ikisi, “Lesbos” ve “Aziz Pierre’in İnkârı”, dergilerde uzun zaman önce neşredilmiş ve haklarında hiçbir soruşturma açılmamıştır.
Bazı hatalarım olduğu konusunda diretiyorlarsa, ben de, bunların zamanaşımına uğradığını söylüyorum. Ayrıca kovuşturmaya uğramamış, benimki gibi kötülük korkusu, dehşetini solumayan bir kitablık dolusu çağdaş eser de düzenleyebilirdim. Otuz yıldan beri edebiyatımız hürriyete sahipti, bu hürriyetin acısını şimdi birden bire benden çıkartmak, beni cezalandırmak istiyorlar. Doğru mu bu?
Çeşit çeşit ahlâk var; herkesin uymak zorunda olduğu, pratik yarar sağlayan bir ahlâk var elbette… Ama sanatın da bir ahlâkı var. Bu ahlâk bambaşka ve dünyanın başlangıcından beri sanatlar onun başkalığını iyice kanıtladılar.
Ayrıca hürriyet’in de pekçok çeşitleri var. Deha’nın hürriyeti başka, haylaz çocukların kısıtlanmış hürriyeti başkadır. Bérangér’ye tanınmış olan haklar (zira tüm eserlerinin yayınlanmasına izin verildi) Charles Baudelaire’den niçin esirgeniyor? Aynı şeyler Bérangér için de sözkonusu olmuştu. Hangisini yeğliyorsunuz; acılı şairi mi, yoksa kıvançlı ama yüzsüz, yırtık bir şairi mi, kötülükteki büyük korkuyu mu, yoksa eğlenceyi mi; vicdan azabını mı, yoksa yüzsüzlüğü mü? (Bu delilden yararlanırken, ölçüyü aşmamak belki de sağlıklı olmayabilir; ters dönebilir.) Bir kez daha söylüyorum; bu kitab bir bütün olarak muhakemeye çekilmeli ve değerlendirilmelidir.
Amacım, sövgünün karşısına Tanrı’ya doğru yönelen sevgiyi, müstehcenliğin karşısına platonik çicekleri koymaktır. ŞİİRİN BAŞLANGICINDAN BERİ BÜTÜN BÜTÜN ŞİİR KİTABLARI BÖYLE YAPILDI. AKLIN KÖTÜLÜK ARACILIĞIYLA UYARILMASINA YÖNELİK BİR ESER, BAŞKA TÜRLÜ DE YAPILAMAZDI.
Savcılık makamını asıl kızdıran, öfkelendiren, “Le Moniteur”deki yazıdır; kitabımın övüldüğünü görmek onu çileden çıkardı, böyle bir tersliğin tekrarlanmaması içn de tedbirlerini aldı.
Bay d’Aurevilly (dindarlığına kimse birşey diyemez) bağlı olduğu yayın organı “Pays”ye, Elem Çiçekleri üstüne yazdığı bir makaleyi götürdüğünde, kendisine, “bu dergide Charles Baudelaire’den sözetmenin yasaklandığını” söylenmiş. Birkaç gün önce endişemi sorgu hâkimine açıkladım; kendisine, “hakkımda koparılan bu gürültü, kitabımda övgüye değer yanlar bulan iyi niyetli insanları da ürkütüyor”, dedim. Bay Hakim (ki, Charles Camusat Busserolles) şu vevabı verdi: “Herkes, bütün gazetelerde sizi savvunma hakkına sahiptir bayım!”
Oysa, “Revue Française”in yöneticileri, âlim ve en ılımlı yazarlarımızdan Bay Charles Asselineau’nun makalesini yayınlamaya cesaret edemediler. Sözkonusu derginin yöneticileri, Savcılığa danışmışlar ve onlara, “böyle bir makale yayınlamak sizin için tehlikeli olur!” denmiş. Görüldüğü gibi yetkilerini kötüye kullanıyor ve savunmayı köstekliyorlar!
Yeni Napalyoncu sanat, savaş kitablarından sonra sanat ve edebiyat kitablarına da el atıyor. Horozdan bile kaçan, eteğini bile göstermeyip namusluluk taslayan, düş kuranların sessiz dünyasında bile fesatçı aramaya kalkan bu garip ahlâk neyin nesidir? Bu garib ahlâk, birgün işi şunları söylemeye kadar vardıracak: “- Bundan böyle yalnız ve yalnız, avutucu ve insanın doğuştan iyi, tüm nsanların mutlu olduğunu ispatlamaya yarayan kitablar yazılacak!”
İĞRENÇ BİR İKİYÜZLÜLÜK! (Sorgulamanın özetini ve yasaklanan şiirlerin listesini de gözden geçiriniz.)»
Baudelaire’nin, “dindarlığına kimsenin birşey diyemeyeceği saygın yazar” olarak vasıflandırdığı Barbey d’Aurevilly’nin, “Pays” (“Ülke”) dergisine gönderdiği, fakat “lehte makale yayınlamanın yasak edildiği” haberi üzerine neşredilmeyen, Baudelaire’in ve “Elem Çiçekleri”nin değerlendirilmesini havi, müsbet makaleden bir kısımı iktibas ediyoruz:
«- Elem Çiçekleri’nin yazarında Dante’yi buluyoruz; ama bu Dante, çökmüş bir dönemin Dante’si, tanrıtanımaz ve çağdaş Dante, Voltaire’den sonra, artık Aziz Thomas’ları olmayacak bir zamanda gelmiş bir Dante…
Üstünde dinlendiği bağırlarda yaralar açan bu “çiçekler”in şaire, görkemli öncüsünün büyük cevherinden yoksun ve bu da onun hatası değil. Bunalımlı, kuşkucu, alaycı ve sinirli, değişimler ve ruhgöçlerinin gülünç umutlarında kıvrılıp burulan bir döneme aittir Baudelaire. Büyük katolik şairin sahib olduğu, yaşamın bütün acılarında ruha güvenin yüce dinginliğini veren inançlara sahip değil o. “Elem Çiçekleri” şiirinin belirgin özelliği, umutsuzluğun dondurduğu az sayıda bazı şiirlerin dışında, huzursuzluktur, öfkedir.
Floransa Kahininin gölgelice aydınlık ve saydam bakışı değil, gergin bir bakıştır. Dante’nin ilham perisi, hayal içinde gördü cehennemi; Elem Çiçekleri’nin ilham perisi, top mermesini koklayan bir atın burnu gibi kasılmış ve gerilmiş bir burunla soluyor cehennemi! Birinin esin perisi cehennemden geliyor, ötekinin perisi oraya gidiyor. Dante’nin ilham perisi, daha yüceyse; ötekininkisiyse daha çoşkulu! Bu ilham perisi, hayâli yürekleri kaldıran ve tamamen olağanüstü dahilerin en tutkulu eserlerine kazandırmayı bildiği durulukta-sadelikte dehşetlerini dinginleştiren destansı görkeme sahip değil. Onun, tersine, bildiğimiz ve horgörünün ezici dinginliğine bile izin vermeyecek kadar tiksinti uyandıran korkunç gerçekleri var. Bay Baudelaire, “Elem Çiçekleri” adlı eserinde yergici (taşlamacı, hicivci) bir şair olmak istemedi. Buna rağmen, yine de, vardığı neticelerin ve eğitimin dışında, yergici bir şair o. SUÇLU YAŞAMIN BİR FİRARİSİDİR. Baudelaire ve bu şairimizi okurken, Atinalı Timon’da Archiloque’un dehası olsaydı insan tabiatı üstüne yazı yazabilir ve onu anlatarak insan fıtratına saldırabilirdi, diye düşünmekten kendimizi alamyoruz.
Kitabdan hiçbir şiir iktibas etmek istemiyoruz burada; bunu yapamayız da zaten. Şunun için yapamayız: İktibas edilmiş şiirin toplu değil, tek başına bir kıymeti olurdu. Bu meselede yanlışa düşmemek gerek, Bay Baudelaire’in kitabındaki her şiir, detayların başarısından veya düşüncenin zenginliğinden daha çok, bir bütünün, saptanmış bir durumun içindeyken bir kıymet kazanır. Şiiri, o bütünden ayırıp, tek başına sunarsak, bütünlük ve durumdan doğan o çok önemli kıymet, yitip gider. Çizgileri rengin lüksü ve çiçeklenmesi altında gören sanatçılar burda “gizli bir mimari”nin, şairce hesablanmış, düşündürücü ve kararlı bir planın varlığını sezeceklerdir. “Elem Çiçekleri”, nice lirik parçalarda olduğu gibi, şiirlerin, ilham nizamı ve tarihine göre artarda dizildiği, salt kitab halinde sunmak için bir araya getirildiği eserlerden değildir. “ELEM ÇİÇEKLERİ”, ŞİİRLER OLMAKTAN ÇOK, “EN YETKİN BİRLİĞİ” OLUŞTURAN BİR ŞİİRLER ABİDESİDİR. Sanat ve estetik hisler noktasından kitab, ne yaptığını iyi bilen şairin sıralamasına uygun düzen içinde okunmadığında, kıymetinden hayli yitirir. Öte yandan bu makalenin başlangıcında değindiğimiz “ahlâkî tesir” açısından da çok şey kaybeder!»
Ne yazık ki bu ifadeler neşredilme imkanı bulamamıştır; neşredilmesi yasaklanmıştır. Ve mahkeme öncesi ve sonrasında kendisine destek olacak sanatçıları ve makalelerini bekleyip durmuştur Baudelaire; nafile, bir tane bile yazan çıkmamıştır.
En güvendiği iki dostu, biri hakkında övgüyle sözettiği Théophile Gautier, diğeri ise, şair ve münekkit Sainte-Beuve dahi kalemlerine uzan(a)mamışlardır. Sonuncusu, “Madame Bovary” romanın soruşturma konusu olduğu zamanda ortaya çıkmış ve kitabı “ustaca bir kitab” olarak savunmuş olduğu halde, aynı suçtan(!) itham edilen “Elem Çiçekleri” üzerine, ki, suçla itham edilen “Pek Neşeli Kadına” isimli şiirin kitabın en güzel bölümü olduğunu söylemiştir, kamuoyu önüne bir makale ile çıkmaktan çekinmiştir.
Baudelaire, çaresiz kalmıştır; kimseden bir yardım görmemektedir. Herkese başvurmakta, kendisine tatbik edilen bu tarz bir ithamın, “sanata getirecek olan istibdatın nüvesi” olduğunu söyleyerek, destekte bulunulmasını istemektedir. Hatta, Apollonie Sabatier isimli yüksek sosyeteden, şair ile aynı yaşta (30’lar) ve onun “platonik bir hisle sevdiği” yüksek sosyeteden; evini, o günün Avrupasında yaygın olduğu bir biçimde, sanatçılara, ressamlara, yazarlara, entellektüellere açan, “Bütünüyle” ve “Pek Neşeli Kadın” isimli şiirlerin ilham kaynağı, yüksek çevrelerde tesirli ve nüfuzlü bir kadına da başvurmuştur:
«- Geçen perşembe günü hâkimleri gördüm, iğrenç derecede çirkinler hepsi… Ruhları da, suratları gibi… Flaubert’i, İmparatorçe savunmuştu. Benim de eserimi ve beni savunacak bir kadına ihtiyacım var. Birkaç gün önce aklıma siz geldiniz. Tanıdıklarınız çok, zor da olsa bir yolunu bulup b koca kafalılara belki meramımı anlatabilirsiniz.»
- Savcılığın İthamı
Savcı Pinard, Charles Baudelaire’in, değerli yazar ve münekkidlerce savunulan bir şahsiyet olduğunu, amacının onu yargılamak olmadığını; savcılık makamının, münekkidlik gibi bir görevi olmadığını, dolayısıyla, şu iyi bu kötüdür diye sanat akımları ve eserleri hakkında bir değerlendirmede bulunamayacağını; kanun koyucunun kendilerine yüklediği, adalete ve umumi ahlâka saldırı suçlarının incelenmesi ve araştırılması “bekçiliğinden” başka bir vazifesi olmadığını belirterek başladığı iddianamesinde; kitabdan aldığı çeşitli şiirler ve şiirlerin içindeki mısralardan hareketle, Baudelaire’in dinî hislere ve ahlâka saldırı suçunu işlediğini ispatlamaya çalışmıştır:
«- 187 ve 197. sayfalar arasındaki Lesbos ve Lanetlenmiş Kadınlar adlı 80 ve 81. şiirleri bütünüyle okuyun. Onlarda lezbiyelerin sevişme, yaşam ve düşünce ve biçimlerini tam anlamı ve bütünüyle bulacaksınız… Kuşkusuz Baudelaire, daha sonra aşağıdaki şu mısraları yazmakla tam bir karşıt düşünceyi savunduğunu söyleyecek:
“- Bunu söyleyip iliklerimi somurdu.
Ben de bir sevda öpücüğü sunmak için
Ona döndüm acılarla kıvranıp, bitkin.
Yoktu o, karşımda irin dolu bir tulum
Duruyordu, dehşetle gözlerimi yumdum.”
İnsaf baylar!! Herşeyi söyleyecek, tasvir edecek, iğrenç şeyleri bütün çıplaklığıyla açıkça yazacak, sonra da, “benim amacım, iğrençliklerden doğan tiksintiyi ve bu iğrençlikleri cezalandıran hastalıkları ortaya koymaktı”, diyeceksin, böyle şey olur mu?.. Ahlâka aykırı mısralardan yeterince misal verdim sanırım baylar. Ya ar, haya diye bir duygu kalmamış veya utanç duygusunun sınırları küstahça aşılmış durumda…
Genel ahlâka olduğu kadar, dinî ahlâka da saygı gösterilmiyor. İsa’nın değil, İsa’yı inkâr edenlerin; Habil’in değil, kardeş katili Kabil’n, Azizlerin değil, Şeytan’ın yanında yer alıyor. Törelerimizin ve toplumumuzun tek dayanağı olan büyük Hıristiyan ahlâkına saldırdığı için, aslında Baudelaire’i ceza hâkiminin önüne çıkartmak gerekirdi.
Şöyle bir itirazda bulunmaya kalkanlar olacaktır; “efendim, bu kitab acıların kitabı, adından bile belli, kendimizi korumamız için kötülüğü ve onun aldatıcı okşayışlarını resmetmek istemiş. İsmine bakın “Kötülük Çiçekleri” değil mi? Eğitim amacı güden bir kitabda ne diye saldırı arıyorsunuz”, diyeceklerdir.
Eğitimmiş!.. Bu sözü daha önce de duyduk. Gerçek hiç de bu değil. Başdöndürücü kokudaki çiçeklerin koklanmasınrda fayda mı var yani? Taşıdıkları zehir onlardan asla uzaklaşmaz; bu zehir, insanın başına vurur, sinirleri uyuşturur, aklı bulandırır, baş döndürür, hatta öldürebilir de…
Eğitilmiş okurlarınız, yetiştirdiklerinizin çoğunun iyiyi kötüden ayırabildiğine, tam manasıyla muvazeneli bir kafaya, dengeli bir muhayyile ve duyguya sahip olduğuna inanıyor musunuz? İnsan, az çok hasta, güçsüz, zayıftır; varlığını inkar etsin etmesin, ilk günahının ağırlığını taşır. Asıl tabiatı buysa, bu tabiat, güçlü bir fazilet savunucusu tarafından keskin hatlarla ortaya konmadığı, yazılmadığı sürece, kişi, yazarın vermek istediği eğitimle ilgilenmeksizin, şehvetli havailiklerden kolaylıkla zevk alır.
Sahneler açıkca sergilendiğinde duyguları zayıflamamış, körelmemiş kişilerin bu tür tablolardan edineceği sağlıksız izlenimler her zaman vardır. Düzensizliğin neticeleri ne olursa olsun, bazı okurlar bu konuda ne kadar eğitilmiş olursa olsun, bir kitabın sayfalarında, özellikle, “Büyülenmiş aşığın önünde pozlar vermeyi deneyen çıplak kadına (20. parça)”, eteğinden ve uçları çekici sivri memelerinden Léthé ırmağının aktığı “Çılgın Bakire (30. parça)”ye aşığının yeni yaralar açarak kıvançlı tenini cezalandırdığı “Pek Neşeli Kadına (39. parça)”, iyi iliklenmemiş düğmelerin ardından göğüsleri görülen, kolları onu soymak için dualar eden “Kızıl Saçlı Dilenci Kız (65. parça)”a, coşkudan baygın düşmüş döşeklerde, uğruna güçsüz melekler kendilerini lanetleyene dek kadife kollarında erkeğin soluğunu kesen, gövdesini dişlere terkeden “Vampir Kadın (87. parça)”a karşı hep özlem duyacaktır. Yazarın duygusuzları bile kışkırtabileceğine dair bahse girmişcesine, her yolu denediği sayısı hayli çok bu şiirlerden, siz hâkim beyler, seçin seçebildiğiniz kadar. Hiç bir güçlük çekmezsiniz; zira, her yerde ahlâka saldırı var.
İkinci bir itiraza kalkışıp, geçmişte de ahlâka aykırı kitablar çıktı ama haklarında bir kovuşturma açılmadı, diyebilirler. Onlara cevabım şudur: Geçmişte bu gibi durumların olması savcılığı bağlamaz. Eğer geçmişte savcılar tereddütlü davranmışlarsa, bunu muhakkak bir fayda uğruna yapmışlardır. Kitabın okunma şansı yoktur, kovuşturma açıldığı takdirde okurun dikkatini çekmiş olur ve o eser, haketmediği bir üne kavuşur, okunma şansı olmadığı halde okunur. Böyle bir düşünceden ötürü harekete geçilmemesi, Savcılık makamına karşı kullanılamaz.
İtirazlarınızı cevabladım beyler. Ve şimdi sizlerden, ahlâka karşı suçlarla ilgili kanunlar yürürlükten kalkmış veya ahlâk denilen şey hiç yokmuş gibi herşeyi tasvire, herşeyi söylemeye yönelik, gittikçe artan bu eğilimleri, bu hastalık ateşini cezalandırmanızı istiyorum.
Size bazı üstünkörü gerekçelerle kitabın karalandığını söyleyip aklanmasını isteyecekler. Bu kadar alçakgönüllü ve hoşgörülü olmayın beyler! Unutmayın ki, halk neticeye bakar. Akladığınız takdirde, halk kitabın masum olduğunu sanır; “gerekçeleri” çabuk unutur, hatırlasa bile adaletin söylediği son sözle bu gerekçelerin yalanlandığına inanır.
Endişe verice ve dengesiz bir yapıya sahip Baudelaire’e, onun ardına saklanmış naşirlerine acıyablirsiniz. Ama, en azından bu kitabın bazı bölümlerini yasaklayarak, çoktan zorunlu hale gelmiş ihtarı yapınız!»
Savcılık, “Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri, Non Sataita, Güzel Gemi ve Kızıl Saçlı Dilenci Kız” şiirlerinin “ahlâka saldırı” ithamıyla; “Aziz Pierre’in İsa’yı İnkârı, Habil ile Kabil, Şeytan’a Methiye ve Katilin Şarabı” isimli şiirlerin de, “dinî inançlara saldırı” ithamıyla yasaklanmasını istemiştir.
Savcıdan sonra Baudelaire söz almış, uğradığı hayal kırıklığını “protesto” olarak anlatmış ve sıra avukatı Gustave Chaix d’Est-Ange’nin savunmasına gelmişti:
«- Şair, başkaları gibi, kitabının başına, “ne söyledimse iyi niyetle söyledim!” gibilerden bir not koyabilirdi, elbette. Ama hiç gerek görmedi buna. Ve şimdi, bu içten ve inanmış yazarın uğradığı düş kırıklığına bir bakın. Eseri küçümseniyor, ahlâka, dinî inançlara aykırılık iddiasıyla sanık sandalyesine oturtuluyor. Niyetinden ciddi ciddi kuşkuya düşülebilir mi? İzlediği ve vardığı amaç mevzusunda bir an olsun tereddüt edebilir misiniz?..
Savcı, “herşeyi tasvir etmiş, çırçıplak ortaya koymuş”, diyor. Cevabım şudur: Uluorta konuşmayın! Böyle konuştuğunuzda, onun, uslub ve tarzını abartmadığınızdan, metinleri zorla tefsir edip, iyiyi kötü, beyazı siyah göstermediğinizden emin misiniz? Aslında bunun da önemi yok! Baudelaire bu yolu ve tarzı izliyorsa, yanlış neresinde bunun, suç neresinde?..
Ortadan kaldırmak için, kötülüğü abartarak ortaya koyuyor. Çirkefi keskin ve sert hatlarla tasvir ediyorsa, bunu okur, ahlaksızlığa, çirkefe karşı daha derin bir kin duysun diye yapıyor. Şairin fırçası, iğrenç olan herşeyden faydalanıp, iğrenç bir tablo koyuyor önümüze. Niçin yapıyor bunu? Siz de dehşete kapılıp iğrenesiniz diye!..
Ayrıca madem ki yazarın niyetini yargılıyoruz, tartışıyoruz, kitabın kendisine bakalım. Daha kitabına verdiği isimle amacını söylüyor size şair; size göstereceği şey, kötülüktür, (elemdir), sağlıksız yerlerin bitki örtüsüdür, zehirli yerlerin meyveleridir. Dante’nin kitabının adı “Cehennem”; ve Dante bu kitabda Cehennem’in dehşetini anlatır. Baudelaire ise, ortadan kalksın diye, dehşet, kin ve tiksinti duyasınız diye, kötülüğü göstermek ister size… Yazarın bu içten düşüncesini daha ilk mısralardan itibaran bulabilirsiniz:
“- Günahlarımız hoyrat, pişmanlıklarsa alçak,
Suçlarımızı cömertçe, bol bol sergileriz,
Çamurlu bir yola güle oynaya gireriz,
Gözyaşları kirlerimizi yıkar sanarak.
Birer kuklayız bizler, İblis’te iplerimiz!
Çekici bir yan buluruz, iğrenç nesnelerde;
Korkusuzca, pis kokan karanlıklar içinde
Hergün bir adım daha Cehennem’e ineriz.”
Bunu düzyazıya çevirin beyler, kafiyeyi ve ölçüyü atın, bu güçlü ve hayal kudreti dolu şeyin altında gizlenen gerçek amacı arayın ve söyleyiniz bana, bu dil kilise kürsülerinden inen aynı dil değil mi, bazı ateşli vaazcıların dudaklarından dökülen dil değil mi? Aynı düşünceleri, hatta bazen aynı deyimleri, Kilisenin bazı keskin ve ciddi babalarının nutuklarında, nasihatlarında da bulmuyor muyuz?
Deyim yerindeyse, işte Baudelaire’in programı; insanlığın çirkefleri ve alçaklıklarına karşı açılmış bir savaştır bu. Bir mısraında dediği gibi, “zihinlerimizi kaplayıp gövdelerimizi işleyen” bütün utançlar üzerine fırlatılmış bir mızraktır bu. Öfkelenir Baudelaire, çünkü, “Günahlarımız hoyrat, pişmanlıklarsa alçak”tır!..
Budalalık, yanılgı, günah ve pintiliği çarpıcı bir biçimde tenkid için, okurla ilişki kurduğu bu ilk satırda, o, tam anlamıyla ahlâkçının yüksek diliyle konuşur. İntikamcı mısralarda ortaya koymak istediği şey, işte bu kötülüktür. Bu duygular yüzünden mi cezalandıracaksınız onu!?
Bauedelaire’in tarzı dediğim bu yol ve yönteme başvurduğu için mi cezalandıracaksınız onu. Çirkefleri, çarpıcı renklerle iğrençlikleri tasvir etmek, -sizin deyişinizle ‘abartıcı olarak tasvir etmek’-, işte şairin tarzı! Amacı, iğrenç ve itici olanı daha iyi ortaya çıkarmak!!!
Kuşkusuz bu tarzın tarihi, düyanın tarihi kadar eskidir ve onu ilk bulan da Baudelaire değildir. Bütün büyük yazarlar, şairler, dindar, dinsiz bütün kouşmacılar bu tarzı kullandı. Bu tarz, sarhoşluktan nefret etmesi için Isparta gençliğinin önüne sarhoş bir kölenin çıkarılmasından baka bir şey değil! Tiyatroda gördüğümüz de bu! İçinde kötü adam olmayan bir tek piyes var mı?.. Nedir yapılan: Sizde kin uyandırması ve Tanrı’nın gazabına uğraması için, bu adam, en kötü yanlarıyla sahnelenir. Onun aşağılık yanını daha iyi ortaya çıkarmak için, bu kötü adamın karşısına her zaman, sonunda galib gelen bir dürüst ve faziletli insan konur. Cezalandırılmış iğrençlik, mükafatlandırılmış iğrençlik denen şey budur. Çağlarca, her yerde ve herkesçe kullanılmışsa, bu, insanları düzeltmek için henüz ondan daha iyi bir tarzın bulunmamış olduğunu gösterir.
Bu tarzı tanıyan ve üstünlüğü herkesçe bilinen Moliére, “Tartufe”ün önsözünde şunları yazmadı mı?:
“- Ciddi bir ahlak dersinin en güzel nasihatleeri bile, yergi-hiciv kadar güçlü değildir. İnsanların çoğuna doğru yolu göstermenin en iyi biçimi, onlara yanlışlarının, hatalarının gösterilmesidir.”
Moliére ve onun eseri “Tartufe”ten sözettim. Bu baş eser neşredildiğinde başına gelenleri hatırlatmama gerek var mı? Düzmece sofular nice dalavereler çevirdi. Hatta ölümsüz yazar, “Bay Başbakan bu oyunun oynanmasını istemiyor!” diye İmparator Hazretlerine başvurdu. Bugün artık bu türden engellemelere bir anlam veremiyoruz, bu türdendirenişlere şaşıyoruz. Ve biliyoruz ki :
“-Sahte ciddiler olduğu kadar, sahte sofular da var!”
“Tartufe”nin iğrenç karakterini vurgulayan mısralara hepimiz katılıyoruz. Moliére zaten önsözünde bizlere şunu söylüyor:
“- Tiksindiğimiz, nefret ettiğimiz şeylerin sahnelenmesinden niçin korkalım. Onların tehlikeli olduğunu zaten sergiliyoruz. O halde bu tehlikeli şeyleri seyirci niçin benimseyecek? İpsiz sapsızın, vicdansızın tekinin söylediği şeylere seyirci niçin kanacak? Ya ‘Tartufe”ü kabul eder veya tüm komedileri sanık sandalyesine oturtursunuz!..”
Bu söz beylik mi beyler? Bugün hepimiz Moliére’le aynı düşünede olduğumuz göre, Moliére’in söylediği sözler benim ortaya attığım, çare kabilinden, yararsız, beyhude sözler mi beyler? O halde niçin Baudelaire hakkında soruşturma yapıyor, onu yargılıyorsunuz? O da aynı yöntemi tatbik ediyor. Hayasızlıkları gösteriyor sizlere, iğrenç yanlarıyla ortaya koyuyor onları. Çirkeften, hayasızlıktan nefret ettiği için, herkesin nefret etmesini, iğrenmesini istiyor, hayasızlığı horgördüğü için herkesin horgörmesini istiyor ve bu yüzden de çirkeflikleri, hayasızlıkları itici ve çarpıcı bir biçimde tasvir ediyor.
Madem burada edebiyat sahasında izlenen yol ve tarzı inceliyoruz, izninizle Balzac’ın, bir mektubunda yazdığı bazı satırları okuyayım:
“- Büyük eserler, tutkulu yanlarıyla toplumda varolur. Tutku da aşırılıktır, kötülüktür. Yazar, her ebedî eserinde, bu temel ilkeyi benimsediği için görevini soylu bir biçimde yerine getirdi. Her eserinden çıkarılacak bir ders vardır. Bana göre, ahlâka aykırı eser, seçimini yaparak, yazarın kötülüğü onayladığı, mülkiyeti, dinî adaleti yıktığı ve böylece toplumun temellerine saldırdığı eserdir…
Bir dahinin, yapılması çok güç, hatta imkansız bir işi başararak dürüst insanlarla dolu bir tiyatro eseri yazdığını varsayalım. Böyle bir eser, sahnede iki kez bile oynanamaz, kendine seyirci bulamaz.”
Baudelaire’i ve gerçek niyetini açıklamaya çalıştım. Edebî tarzını ve usulünü, eserinde gerek öz ve şekil, gerek deyim ve düşünce yönünden, edebiyatımızın her gün yayınladığı ve yayınlamakta olduğu şeylerden farklı şeyler bulunmadığını gösterdim. Bu efendi adam ve bu büyük sanatçıyı cezalandırmak istemeyeceğinize ve aklayacağınıza inanıyorum, güveniyorum.»
- Mahkeme Kararı: Suçlu
Delesvaut, De Ponton d’Amecourt, Nacquart’un hakimliğinde görülen, İmparatorluk Savcısı Pinard’ın açtığı dava 20 Ağustos Perşembe 1857 tarihinde kararını verir:
« – Gereği düşünüldü;
Dinî inançlara saldırı vechesinden: Savcılığın iddiasını doğrulayacak inanılır bir delil gösterilemediğinden yazar aklanmıştır.
Ahlâka, gelenek ve göreneklere saldırı vechesinden: Uslûb çabası, gerek tasvirlerinden önceki, gerek sonraki kınama ve uyarıları ne olursa olsun, şairin varmak istediği amaçta ve izlediği yoldaki yanılgısı, hatası, okura sunduğu ve sözkonusu suçun işlendiği isnad edilmiş şiirlerdeki kaba ve edebe aykırı bir gerçeklikle ister istemez duyguları kışkırtma neticesini doğuran tabloların meydana getirdiği menfi tesiri ortadan kaldıramayacağı için, Baudelaire, Poulet-Malassis ve de Broise; ahlâka, gelenek ve göreneklere saldırı suçu işlemişlerdir.
Edebe veya ahlâka aykırı bölümler veya deyimler içeren Kötülük Çiçekleri adlı eseri Baudelaire, yazıp yaymaktan; Poulet-Malassis ve de Broise, neşretmek, satmak ve Paris ile Alançon’da satışa sunmaktan suçlu bulunmuşlardır.
Edebe ve ahlâka aykırı sözkonusu bölümler, kitabın 20,30,39, 80, 81 ve 87 nolu parçalarında bulunmaktadır. 17 Mayıs 1819 tarihli kanûnun, 8, 26 Mayıs 1817 tarihli kanûnun 26, Ceza Kanûnunun 463 üncü maddesine göre;
Baudelaire’in 300 frank, Malassis ve de Broise’ın 100”er frank para cezasına çarptırılmasına, kitabın 20, 30, 39, 80, 81 ve 87 nolu şiirlerin neşredilmesinin mennine karar verilmiştir.
Adliye Sarayı, yirmi ağustos, perşembe, 1857.»
İmparatorluk Savcısı; Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri, Non Sataita, Güzel Gemi ve Kızıl Saçlı Dilenci Kız şiirlerinin “ahlâka saldırı”; Aziz Pierre’in İsa’yı İnkârı, Habil ile Kabil, Şeytana Medhiye ve Katilin Şarabı şiirlerinin de “dinî inançlara saldırı” iddialarıyla yasaklanmasını taleb etmiş, fakat Mahkeme Heyeti, Takılar, Léthé, Pek Neşeli Kadına, Lesbos, Lanetlenmiş Kadınlar, Vampirin Değişimleri isimli şiirleri, toplam 299 mısraı, dinî inançlara saldırı ithamından beraat ettirip, “ahlâka aykırı” bularak neşrinin yasaklanmasına karar vermiştir.
Karar, Baudelaire’i etkiler, şaşırmıştır. Vasisi, noter Asselinua, hatıralarında şöyle yazar:
«- Oturum bitip mahkemeden çıktığımızda, Baudelaire’i, hakkında verilen karara çok şaşırmış görünce sordum:
– Aklanmayı mı ümit ediyordunuz?
– Aklanmak da ne demek; benden özür dileyip, kırılan gururumu ve şerefimi tamir etmelerini bekliyordum onlardan.»
Baudelaire, babasından kalan mirası bohem hayatıyla yiyip bitirmiş, annesinden para alır durumda iken, kendisine verilen 300 franklık cezayı ödeyemeyecek bir halde olduğundan, entellektüelleri koruduğu bilinen İmparatoriçe’ye 6 Kasım 1857’de başvurur ve; “kitabımın samimi duygularla yazıldığı adından da belli, ancak bu ad bile onu koruyamadı. Ancak akıl erdiremediğimden bir yığın giderlerle kabaran para cezam şairlerin dillere destan fakirliklerini aşmış durumda” diyerek, “majestelerinin iyilikseverliklerine sığınıp, majestelerinin sayın Adalet Bakanı nezdinde nufuzlarını kullanmalarını” taleb ederek, para cezasının halli yolunda yardımını taleb etmiştir.
İmparatoriçe’nin devreye girmesiyle para cezası hafifletilmişse de, neşir yasağına dokunulmamış ve bu yasak, ancak 31 Mayıs 1949’da kaldırılmıştır.
IV. BÖLÜM: “LES FLEURS DU MAL – ELEM ÇİÇEKLERİ”
ŞİİRLER:
ALBATROS- (L‘albatros)
BALKON- (Le Balcon)
AKŞAMIN AHENGİ- (Harmonie Du Soir)
NE DERSİN BU AKŞAM?- (Que Dıras-tue Ce Soir…)
ŞEN ÖLÜ- (Le Mort Joyeux)
DÜŞMAN- (L‘ennemi)
AŞKLARIN ÖLÜMÜ- (La Mort Des Amants)
İÇE KAPANIŞ- (Recueillement)
İNSAN VE DENİZ- (L‘homme et La Mer)
YOKSULLARIN ÖLÜMÜ- (La Mort Des Pauvres)
GEZİ- (Le Voyage)
SPLEEN
HÜZÜN VE SERSERİ- (Moesta et Errebunda)
REVERSİBİLİTE- (Reversibilité)
SİSLER VE YAĞMURLAR- (Brumes et Pluies)
SEYAHATE DAVET- (L’invitation Au Voyage)
BÜTÜN BİR KÂİNATI BİLE
SED NON SATAİTA
VAMPİR
ŞEYTAN’A SATILMIŞ
KABİRDE AZAB
GÜZELLİĞE İLÂHİ
TAPARIM, HÜZÜN VAZOSU
ŞEYTAN DUALARI
SOĞUK AZAÂMET
BİR CESEDİN YANINDA
KOKU
BÜTÜNÜYLE
ŞİŞE
KEDİ
BAYKUŞLAR
CENAZE
OLAĞANÜSTÜ BİR GRAVÜR
HÜZNÜN SİMYASI
KENDİNİ CEZALANDIRAN KİŞİ
LÂNETLENMİŞ KADINLAR
LÉTHÉ (yasaklanmış şiir)
TAKILAR (yasaklanmış şiir)
VAMPİRİN DEĞİŞİMLERİ(yasaklanmış şiir)
LANETLENMİŞ KADINLAR(yasaklanmış şiir)
LESBOS (yasaklanmış şiir)
PEK NEŞELİ KADINA (yasaklanmış şiir)
İSYANKÂR
GURURU KIRILMIŞ AY
YIKIM
BÉATRICE
HÂBİL VE KÂBİL
KAPAK
ROMANTİK GÜNEŞİN BATIŞI
PİPO
HİÇLİĞİN TADI
UZAK İKLİMLERİN KOKUSU- (Rarfum Exotique)
MAHKÛM BİR KİTAB İÇİN KİTÂBE
ALBATROS
(L‘albatros)
Çok defa eğlenmek için gemi tayfaları
Albatrosları, bu cesîm deniz kuşlarını tutarlar,
Bunlar, kayıtsız ve batî seyahat arkadaşları,
Derin girdablar üzerinde kayan gemiyi takip ederler.
Onları tahtaların üzerine bırakır bırakmaz
Mavi göğün bu hükümdârları, beceriksiz ve mahcûb,
Büyük beyaz kanatlarını acınacak hâlde
Yanlarında kürekler gibi sürüklerler.
Bu kanatlı yolcu ne acemî ne de metânetsizdir!
Vaktiyle o kadar güzelken, şimdi ne gülünç ve çirkindir!
Biri çubuğuyla onun gagasına dokunur,
Öteki topallayarak eskiden uçan kötürümü taklid eder.
Şair, fırtına ile uğraşan, yay ile eğlenen,
Tahkirler arasında toprağa matrûd,
Ve muazzam kanatları yürümesine mâni,
Bulutlar hükümdârına benzer.
Batî: yavaş, ağır hareketli.
Matrûd: Tardolunmuş, kovulmuş,
vazifesinden çıkarılmış
Tahkir: Hakaret etme.
*
BALKON
(Le Balcon)
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı
Ey beni şâdeden yâr, ey tapındığım kadın!
Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,
O cânım akşamları elbette hatırlarsın.
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı
O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan,
Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen.
Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman!
Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden,
O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan,
Ne güzeldir güneşler, sıcak yaz akşamları!
Kâinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar!
Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,
Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var.
Ne güzeldir güneşler, sıcak yaz akşamları!
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece,
Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini,
Mestolur, mahvolurdum nefesini içtikçe.
Bulmuştu ayakların ellerinde yerini.
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece,
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak;
Yeniden yaşadığım dizlerinin dibinde.
O “mestinâz” güzelliğini boştur aramak,
Sevgili vücûdundan kalbinden başka yerde,
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak!
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler
Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır?
Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler
Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler!
*
AKŞAMIN AHENGİ
(Harmonie Du Soir)
İşte her çiçeğin sâkında ürperdiği çağlar,
Her çiçeğin bir buhurdan gibi uçtuğu lahza!
Sesler ve kokular dönüyor akşam havasnda,
Hazîn bir vals, bir tatlı başdönmesidir bu rüzgâr.
Her çiçeğin bir buhurdan gibi uçtuğu lâhza!
Keman sesinde üzgün bir kalbin titreyişi var;
Hazîn bir vals, bir tatlı başdönmesidir bu rüzgâr;
Bir büyük mabed gibi melûl ve güzeldir semâ.
Keman sesinde üzgün bir kalbin titreyişi var;
Nefret o kalpten bu geniş ve karanlık boşluğa.
Bir büyük mabed gibi melûl ve güzeldir semâ;
Pıhtılaşan kanında güneştir boğuldu tekrar.
Nefret o kalpten bu geniş ve karanlık boşluğa;
Bir kalp ki, aydınlık mâziden ne bulursa toplar.
Pıhtılaşan kanında güneştir boğuldu tekrar.
O mukaddes nurdur içime senden bir hatıra!
Sâk: Sap. Köksap.
*
NE DERSİN BU AKŞAM?
(Que Dıras-tue Ce Soir…)
Ne dersin bu akşam, sen garip kişi, sen bîçâre,
Ya sen kalbim, sen ki, vaktiyle çiğnendin, ey kalbim.
Ne dersin, en güzel, en iyi, en sevgili yâre,
İlahî bakışıyla nasıl şenlendin ey kalbim?
-Feda olsun gururumuz onu övmek yolunda!
Dünyaya değer, emreden sesindeki tatlılık.
Meleklerin kokusu var o lâtîf vücûdunda;
O gözler bize esvab giydirir sâfi ışık.
İsterse geceleyin ıssızlık içinde olsun,
İsterse sokakta kalabalık içinde olsun,
O hayâl havada rakseden bir meş’ale her dem!
Bazen de konuşur: “- Ben güzelim, emrediyorum,
Hatırım için yalnız güzel sevmeni istiyorum;
Baş koruyan meleğim ben, İlham perisi, Meryem!”
*
ŞEN ÖLÜ
(Le Mort Joyeux)
Kendim bir çukur kazmak istiyorum bir yanda,
Sümüklü böcek dolu cıvık bir toprakta ki,
Yayıp rahatça kocamış kemiklerimi,
Uyuyayım, denizde balık gibi, nisyânda
Vasiyetten de nefret ederim, mezardan da;
Âlemden gözyaşı dilenmekten daha iyi,
Kargaları çağırıp emdirmek iliklerimi,
İğrenç gövdemin her ucundan, yaşarken daha!
Bakın, önünüzde hür ve memnûn bir ölü var;
Ey kurtlar! Kulaksız ve gözsüz kara yoldaşlar,
Filozof hovardalar çürüntüler âlemi!
Haydi, keder etmeden gezin şu harâbemi,
Ve deyin bana, var mı daha başka işkence,
Bu kart ve ölüler içinde ölü cesede!
*
DÜŞMAN
(L‘ennemi)
Gençliğim bir karanlık fırtına oldu,
Birkaç yerinde parlak güneşler açan;
Öyle harab çıktım ki bu fırtınadan,
Bahçemde kızarmış tektük meyve kaldı.
İşte, fikirlerin gözüne ulaştım,
Suyun mezarlar gibi çukur açtığı,
Sel basmış toprakları durmayıp gayrı,
Kürekler, tırmıklarla onarmam lazım.
Boy atacak mı esrarlı gıdayı bulup
Hayal ettiğim yeni çicekler aceb?
Bir kumsal gibi yıkanmış topraklardan?
-Ey acı! Ey acı! Zaman ömrü yiyor.
Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman
Kaybettiğimiz kanla şişip büyüyor!
*
AŞKLARIN ÖLÜMÜ
(La Mort Des Amants)
Yatağımız olacak hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu.
Son sıcaklıklarını sarfederek, hovarda,
Birer ulu meş’ale olacak kalplerimiz;
Çifte ışıklarından gidip gelecek bir iz,
İkimizin ruhunda o ikiz aynalarda.
Pembe, lâhûtî, mavi bir akşam saatinde,
Vedâ ile dolu uzun bir hıçkırık hâlinde,
Yanacak aramızda bir tek şimşeğin feri;
Nihayet kapıları biraz aralıyarak,
Sadık ve şen bir melek gelip uyandıracak
Buğulu aynaları ve ölmüş alevleri.
*
İÇE KAPANIŞ
(Recueillement)
Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam;
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten kimine gâm.
Bırak şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte,
Toplasın acı meyvesini nedâmetin.
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle
Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler
Eski zaman esvablarıyla eğilmişler;
Hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan.
Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
Ve uzun bir kefen gibi Doğu’yu saran,
Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.
*
İNSAN VE DENİZ
(L‘homme et La Mer)
Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken akıp giden dalgaların ardından,
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.
Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan;
Gözlerinden, kollarından öpersin; ve kalbin
Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman,
O azgın, o vahşi haykırışında denizin.
Kendi âleminizdesinizdir ikiniz de.
Kimse bilmez ey ruh, uçurumlarını senin;
Sırlarınız daima, daima içinizde;
Ey deniz! Nerede senin o iç hazinelerin?
Ama işte yine de binlerce yıldan beri
Cenkleşir durursun, duymadan acı keder;
Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi,
Ey hırslarına gem vurulamayan kardeşler!
*
YOKSULLARIN ÖLÜMÜ
(La Mort Des Pauvres)
Ölüm, avutan da, -ne çare ki- yaşatan da;
Hayatın sonu yine de tek ümit, tek güven;
Bizi bir iksir gibi kavrayan şarhoş eden;
Karda, kışta, boralar, tipiler arasında.
Akşamlara kadar didinmek gücünü veren;
Parıldayan tek ışık, kapkaranlık dünyada;
Dört kitabın yazdığı o koskocaman handa
Mümkün artık doyup, dinlenip uyuyabilmem.
Sihirli parmaklarla üstüne titreyerek,
Uykuların en güzelini getiren melek;
Yoksulun, çıplağın yatağını yapan eller;
Tılsımlı ambar; tanrıların şerefi, şânı;
Yoksulun dağarcığı ve en eski vatanı;
Bilinmedik göklere açılan tak-ı zafer.
Tâk-ı zafer: Tarihî bir hâdiseyi, zaferi anmak veya gelecek olan büyük bir kimseyi karşılamak için kurulan kemerli yapı.
*
GEZİ (Le Voyage)
(Maksim du Camp’a)
I
O harita, resim delisi çocuklar için
Cihandır oburluğu dindirecek azık.
Dünya, lambaların ışığında ne engin!
Hatıraların gözünde ise minnacık!
Alnımızda ateş bir sabah yoldayızdır,
Zehir gibi arzularla kin dolu yürek,
Sonlu denizde sonsuzluğumuz sallanır,
Yürürüz suların raksını dinleyerek!
Kimi memnûn, rezil bir ilden kaçtığına.
Kimi soy ve sopundan iğrenmiş ve kimi,
Dalmış bir kadın gözündeki yıldızlara
Bir kadın, gaddar büyücü Kirke misâli.
Baş tütsülenmezse hayvan oluvermek var,
O kan rengi gökten, ışıktan mesâfeden;
Buz dişler eti, güneşler bakırla kaplar,
Yavaşça kaybolur kalan iz öpüşlerden.
Gerçek yolcu yalnız, gidendir gitmek için
Hafifçecik bir yürekle balon misâli,
Bir ân ayrılmadan yanından kaderinin
Ve sebeb bilmeden der daima: İleri!
Bulutlara benzer arzuları ve toy er
Nasıl düşünürse topu, onlar da bitmez
Ve meçhul hazları öyle hayâl ederler,
Hani adını kimsecikler bilemez.
II
Topu, topacı örnek tutmak ne kötüdür
Dönüp zıplamasında; ve uykuda bile
Merak bizi fırıl fırıl sürer götürür
Şer Meleği gibi kırbaç çalan güneşe.
Biricik baht ki, amacı takar peşine,
Nerdedir bilinmez de, her yerdedir hani,
Durak yok yolundakilerin ümidine,
O kısa sükûn peşinde her zaman deli!
Bir gemi ruhumuz, izinde İkarya’nın;
“Gözlerini aç!” sesiyle çınlar ortalık.
Çanaklıktan bir başka ses, ateşli, çılgın.
“Aşk… zafer… saadet!” Felaket! Bir kayalık!
Gözcünün eliyle gösterdiği her adacık
Kaderin bağışladığı bir altın şehri;
Hayâlin içki sofrası şimdiden açık
Fecirde sığ bir kayalık bulabildiği.
Ey hayalî illerin mahzûn sevdalısı!
Acep denize mi atmalı zincirleyip,
Amerika kâşifi bu şarhoş tayfayı
O serabın acısıyla kalmış devrilip?
Artık çamurlar içinde, o, bir serseri,
Cennet rüyâları görür burnu göklerde;
Capoue şehrini bulur büyülü gözleri
Bir mumun aydınlattığı her mezbelede.
III
Ey üstün gezginler! Hikâyeniz ne soylu,
Deniz gibi derin gözlerinizde okunan!
Bize, yanıp sönen mücevherlerle dolu
Mahfazalar açın zengin hâtıranızdan.
Ne buhar bulunsun gezimizde, ne yelken!
Şu mahkûmluk günlerimizi şâdedelim,
Levha levha resim geçirin zihnimizden,
Ömrünüzü ufuklar içinde görelim.
Ne gördünüz, deyin?
IV
“- Neden söz açsak, neden,
Yıldızlar, dalgalar, kumsallar gördük ılık,
Duyulmamış bin kaza ve belâya rağmen
Söküp içten bu sıkıntıyı atamadık.
Güneşin menekşe sulardaki zaferi,
Ve şehirlerin batan güneşler içinde,
Yakar kalbimizde bir endişe alevi
Dalarken sihirli akisler dolu göğe.
En zengin şehirler, en geniş manzaralar,
Ulaşmadı bir gün o sırlı cazibeye
Tesadüfün göğe yaptığı resim kadar.
Arzu tasayı biteviye
Duyulan hazlardır arzuya kuvvet katan,
Arzu; ey gübresi hoşnutluk olan ağaç,
Büyürsün ve kabukların katılır her ân
Yaklaşır dalların güneşe kulaç kulaç!
Selviden ömürlü ulu ağaç daima
Büyüyecek misin? – Bir iki çizgi resim
Derledik özenerek doymaz albümüne
Uzaktan geleni güzel bulan kardeşim.
Mabudlar selâmladık ellerinde boru;
Pırıl pırıl ışıklarla bezenmiş tahtlar;
Peri sarayları işlemeli, gururlu,
Bahâsından bankerleriniz yılacaklar;
Elbiseler, gözleri sarhoş ediveren,
Dişleri, tırnakları boyalı kadınlar,
Hokkabazlar, kendini yılana sevdiren.”
V
Sonra, daha sonra?
VI
“- Ey çocuk kafalılar!
Asıl şeyi unutmamaktan olsa gerek,
Heryerlerde onu gördük hiç aramadan,
Mukadder sıranın başında sonuna dek,
Onu, ebedî günah sahnesini, sıkan;
Kadın, mağrur, budala, sefil bir köle, işi;
Gülüp iğrenmeden kendi kendine tapmak;
Erkek can-yakan obur; aklı fikri dişi,
Kölenin kölesi, lağımdan geçen ırmak;
Keyfi yerinde cellat, gözü yaşlı kurban;
Lezzeti o kan kokusundan gelen cümbüş;
İktidar zevki, zorbayı gevşeten yıkan,
Ve halk, hayvan eden kırbaç peşine düşmüş;
Bizimkine benzer sayısız bir sürü din,
Her biri göğü aşma peşinde; ya Dindar?
Kuş-tüyü yatağa uzanmış bir nâzenin,
Çiviler ve saçlar içinde sehvet arar;
Geveze insanlık zil-zurna dehâsından,
Ve elbette yine aklı başında değil,
Haykırır Tanrıya acılar arasından;
“- Ey benzerim, ustam, usandım senden çekil!”
Saflar, sersemliğe vurgun yüreği pekler.
Kaderin güttüğü o sürüden kaçarak
Sonsuz bir esrar deryasına gömülürler!
–Bu dünya böyle başlamış, böyle batacak.”
VII
Gezinin verdiği bilgiden acı bilgi!
Dünya öylesine bir örnek ve ufacık.
Dün, bugün, yarın, biziz bize gösterdiği
Bunaltıcı çölde nefretten bir vahacık!
Kaçsak mı, kalsak mı dersin? Elindeyse kal;
Gerekirse kaç. Kaçan da vardır kalan da,
Kurtulma ânıdır, ölümcül düşmana sal,
Heyhat ki, sayısız, yorulmadan koşan da.
Serseri Yahudiyle havâriler gibi,
Kaçmalarına ne vagon yeter ne tekne
Bu alçaktan; insanların bir kesimi
Kımıldamaz da, öldürürler onu yine.
Düşeceğiz elbet ayağının altına,
Umutlanıp bağırabiliriz: İleri!
Nasıl başladıksa o Çin seyahatine
Rüzgarda saçlarımız gözlerimiz iri.
Bir adem enginlerine açılmaktayız,
Kalbimizde bir genç yolcunun sevinçleri,
Bu sıcak mahzun sesi duyacaksın:
“- Yemek isteyenler kokulu lotüsleri
Buraya! Bağbozumu burada yapılır
Kalbinizin acıktığı o meyvelerin
Garip lezzetiyle başınız cilalıdır
Bu bitmek bilmez öğle sonrasının.”
Külfetsiz buluverdik hayâlimizi;
Kolları bize uzanmış Pylad’larımız.
“- Serinle, Elektra’na doğru aş denizi!”
Der, vaktiyle dizlerine kapandığımız.
VIII
Ey ölüm, koca kaptan artık gitmeliyiz!
Ey ölüm, haydi, bizi boğdu bu memleket!
Mürekkeb gibi kararsa da gökle deniz,
Kalblerimizdeki bu ışık yeter elbet!
Sun şu zehirden bize biraz canlanalım!
Bu ateş yaksın bizi alabildiğine,
Bu girdap, Cennet veya Cehennem, dalalım
Yeniyi bulmak için meçhûlün dibine!
Circe: Güneşin kızı meşhur sihirbaz kadın. Ulysee’i yanında tutmak için, onun arkadaşlarına sihirli içki içirerek domuz şekline sokmuştur.
Capoue: (Kapu) İtalya’da bir yer. Hannibal burasını işgal etiğinde askerleri orada zevk-ü sefaya daldıklarından, bu kelime-şehir, eğlence ve işret yeri mânâsına kullanılır.
Altın şehri: II/4-2’de yeralan bu tamlama, orijinalinde, “Eldorado” olarak, (yani efsânevî, ‘altın şehri’ olarak) geçmektedir.
Lotus: Mitolojide geçen, Kuzey Afrikasında yetişen ve lezzetinden ötürü yabancılara memleketlerini unutturan bir meyve.
Elektra: (electra) Oluş. Mitolojide geçen Agamennon ile Klytemneistra’nın kızıdır
*
SPLEEN
Gök çökünce sıkıntılarla sızlanan
Ruha bir kapak gibi, ağır ve basık,
Dökünce çemberi kuşatan ufuktan,
Gecelerden de acı siyah bir ışık;
Dünya olunca bir rutubetli zindan,
Ümit kanatları ürkek bir yarasa,
Gider duvardan duvara vuraraktan,
Ve başı çarpar çürümüş tavanlara.
Andırınca yağmur tel tel süzülerek
Loş bir cezaevinin çubuklarını,
Ve gerince iğrenç bir sürü örümcek
Beyinlerimizde tozlu ağlarını,
Çalar tehevvürle birden havalanır,
Fırlatırlar göğe korkunç bir uluma;
Bunlar, sanki yurtsuz, başıboş ruhlardır,
Koyulup dururlar inatla feryâda.
Ve ruhumdan geçer upuzun tabutlar,
Sessiz, ağır ağır, ümit ağlamada;
Merhametsiz korku mütehakkim, çakar
Siyah bayrağını eğilen kafama.
*
HÜZÜN VE SERSERİ
(Moesta et Errebunda)
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasına,
Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan
Bambaşka denizlere, bambaşka semâlara,
Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun arasıra?
Deniz, tek tesellisi günlük ıstırâbların
Acaba hangi şeytan veya hangi mûcize
Her ulvî çalkanışta muazzam bir rüzgârın
Orguyla uğuldayan denizi verdi bize?
Deniz, tek tesellisi günlük ıstırâbların
Hey, trenler, vapurlar, beni buradan götürün!
Ne var gözyaşlarımdan çamurlar yoğuracak?
Arasıra der mi ki, Agathe’nin ruhu, üzgün
“- Nedâmetten, azâptan ve ıstırâbtan uzak,
Hey, trenler, vapurlar, beni buradan götürün!”
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet
Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
Ey, her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,
Ey, bir ömür boyunca gönül verilen şeyler
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet
Ah o yeşil cenneti çocuksu sevdâların,
O koşuşlar, demetler, o şarkılar, bûseler,
İnildeyen kemanlar arkasında sırtları,
Akşam, koruluklarda şarap dolu kâseler,
– Ah o yeşil cenneti çocuksu sevdâların,
O bilinmez zevklerin yüzdüğü masûm belde
Çok daha uzakta mı yoksa Çin’den Maçin’den?
Beyhûde bir arzu mu inildeyen dillerde,
Canlanan bir hayâl mi billûr sesler içinden.
O bilinmez zevklerin yüzdüğü mâsûm belde
*
REVERSİBİLİTE
(Reversibilité)
Neşeyle dolup taşan bilir misin kederi,
Utanç, ayıp, nedâmet, hıçkırıklar acılar,
O korkunç geceler ki, binbir azâbla uzar
Buruşturur bir kağıt parçası gibi kalbi?
Neşeyle dolup taşan, bilir misin kederi?
Sevgiyle dolup taşan, bilir misin nefreti,
O sıkılan yumruklar, yaşlar zehirle dolu
Ve intikâm hırsıyla beyinler uğultulu,
Emrine râmederken kinle kavrulan eti.
Sevgiyle dolup taşan, bilir misin nefreti?
Sıhhatle dolup taşan, bilir misin dertleri,
Soğuk hastahânenin duvarları boyunca,
Güneş gibi görmemiş sürgünler gibi bunca
Işığa hasret öyle ve bir kemik, bir deri,
Sıhhatle dolup taşan, bilir misin dertleri?
Gençlikle dolup taşan bilir misin çökmeyi,
Yaşlanmak korkusunu ve bir vakit her yerde
İçimizi sevgiyle tutuşturan gözlerde,
Merhamet okuyarak ecel teri dökmeyi.
Gençlikle dolup taşan bilir misin çökmeyi?
Işıkla, saadetle dolup taşan meleğim,
Başı döner de gürbüz vücûdunun seyrinden,
Vurulmuş bir kahraman sıhhat diler de senden,
Duanı kazanmaktır benimse tek dileğim.
Işıkla, saadetle dolup taşan meleğim,
*
SİSLER VE YAĞMURLAR
(Brumes et Pluies)
Ey güz sonları, kışlar, çamura batmış baharlar,
Uyutucu mevsimler! Seviyorum ve övüyorum sizi.
Sardığınız için böyle benim kalbimi ve beynimi
Buğulu bir kefenle ve müphem bir esrarla.
Uzun gecelerle fırıldak sesinin kısıldığı,
Soğuk rüzgârın oynaştığı bu büyük ovada,
Benim ruhum ılık bahar zamanlarınkinden daha iyi
Açacak geniş geniş karga kanatlarını.
Ölümcül şeylerle dolu ve çoktan beri üzerine
Kırağılar düşen bir kalbe hiçbirşey gelmez daha tatlı.
Ey soluk mevsimler, bizim iklimlerin sultanları.
Sizin solgun loşluklarınızın devamlı manzarasından.
Meğer ki aysız bir akşam, iki can bir arada,
Istırâb uyutula korkusuz bir yatakta.
*
SEYAHATE DAVET
(L’invitation Au Voyage)
Yavrum, zevkini düşün,
Oraya gidip bir gün
Yaşamanın birlikte!
Sevmek, daima sevmek
Sevmek, ölünceye dek
Sana benzeyen yerde.
Görünce göklerdeki
Islanmış güneşleri
Arasında sislerin.
Sihridir beni saran
Yaşlarla pırıldayan.
Orada ne varsa nizâm,
Şehvet, sükûn, ihtişam.
Gelip geçen yıllarla
O pırıldayan eşya,
Odamızın olacak.
Bulunmaz çiçeklerin
Kokuları, amberin
Nefesine dolacak.
Tavanlar süslü zengin,
Bütün aynalar derin,
Şarkın ihtişâmı var.
Orda herşey gizlice
Kendi ana dilince
Ruha birşey fısıldar.
Orada ne varsa nizâm,
Şehvet, sükûn, ihtişâm.
Bak, şu sular üstünde,
Uyuyan gemilere!
Hepsinin huyu gezgin.
Gelmişler, hiç durmadan
Dünyanın bir ucundan
En küçük arzun için.
Batan gün ışıkları
Bütün kırları sardı,
Sular ve bütün belde
Altın renginde artık;
Dünya uyuklar ılık
Bir parıltı içinde.
Orada ne varsa nizâm,
Şehvet, sükûn, ihtişâm.
*
BÜTÜN BİR KAİNÂTI BİLE…
Bütün bir kainâtı bile yatağına alırsın,
Sıkıldıkça vahşileşiyorsun iğrenç kadın!
Dişlerin alışsın diye bu garip oyuna
Hergün, çiğneyeceğin kalb gerek sana.
Bayram günlerinde, şenliklerde ışıldayan
Dükkânlar ve porsukagaçları gibi, yanan
Gözlerin kullanır başka kudretin kanûnunu,
Bilmez o kendi güzelliğinin kanûnunu
Sen; sağır, kör, acımasız vahşet makinası,
Sen; dünyanın kanını içen esenlik vasıtası
Nasıl da utanmadın, aynalarda görmedin,
Sararıp solduğunu tüm çekiciliğinin?
Ustası geçindiğin kötülüğün dehşeti
Tuttuğun yanlış yoldan seni döndürmedi mi,
Bu gizli oyunların gerçek ustası tabiat,
Bir deha yoğurmak için, seni kullandığında,
-Seni; ey iğrenç hayvan- günahların ecesi?..
Ey edepsiz büyüklük! Ey mübarek yüzkarası!
*
SED NON SATAITA
Geceler gibi esmer, misk, havana kokulu,
Sen; acayip tanrıça, Faust’u Savana’nın
Ey abanoz göğüslü güzel büyücü kadın,
Siyah japon kuşağı, karanlıklar çocuğu,
Ne yapayım şarabı, ne yapayım afyonu,
İksiri bana yeter o kabaran ağzının;
Gelince sana doğru kervanı arzuların,
Bir sarnıçtır gözlerin, hüznümün içtiği su.
Ruhumun penceresi o kara gözlerinden
Daha az alev boşalt acımasız şeytan! Ben,
Styx gibi dokuz kez seni kucaklayamam.
Ey çapkın intikâm perisi, ey Mégére, ne yazık ki
Köpeklerle kuşatıp yıldırmak için seni
Cehennem yatağında Proserpine olamam!
*
VAMPİR
Sen, bıçak darbesi gibi
Sızlanan kalbime daldın;
Sen İblisler gibi güçlü
Çılgın ve süslenmiş geldin.
Bütün arzun yuvalanmak
Şu garip, yalnız gönlümde;
– Tutkunu olduğum alçak!
Nasıl forsa zincirine
Nasıl kumarbaz oyuna
Leş, kurda; ayyaş, şişeye
Bağlı ise, ben de öyle
Lânet! Bağlanmışım sana!
Yalvardım palaya: “- Artık
Beni sen hür kıl!”, dedim,
Bitsin diye bu alçaklık,
Zehirden yardım diledim.
Pala da, zehir de heyhat!
Aşağılık buldu beni,
Dediler ki: “- Böyle berbat,
Böylesi köle birini
Niçin kurtaralım aptal!
Yakayı kaptırmışsın sen
Onun imparatorluğuna
Birşey gelmez elimizden,
Tut ki, çabayla, gayretle
Kurtardık, neye yarardı?
Vampir öpüşlerin ile
Diriltirdin kadavranı!”
*
CİNNÎ
Güneş, tüle bürünmüş. o güneş gibi sen de,
Ey hayatımın Ay’ı! Örtün, gölgelerle dol;
Uyu veya sigaranı iç keyfince; dilsiz ol,
Sıkıntının uçurumuna dal bütünüyle;
Seni böyle severim! Ama karanlıklardan
Çıkan ışıksız yıldız gibi, bugün kubarmak,
Çılgınlıklarla dolu yerlerde çalım satmak
İstersen, tatlı hançer, tamam fışkır kınından!
Parlak avizelerde yak gözbebeklerini!
Budala bakışlarda doyur isteklerini!
Her arzun kabülümdür; taşkın, marazlı, çarpık;
Dilediğin gibi ol, kızıl şafak, kara gece;
Şu titrek bedenimde haykırmayan tek lif yok
“Sevgili Şeytan; sana tapınıyorum!”, diye.
*
KABİRDE AZAB
Zifiri kara gözlüm, uyuduğun zaman
Birgün, mermerleri kara mezarın dibinde,
Ve bir gün, bu yatak yerine, bu ev yerine,
Yağmurlu, oyuk bir çukura girdiğin zaman;
O tembel, kayıtsız göğsüne abanıp, taş
Çırpınan kalbini, bütün özlemlerini,
Serüvenlere düşkün ayağını, elini,
Bütün tutkularını ezerken yavaş yavaş,
Benim sonsuz rüyamın sırdaşı olan mezar
(Zira, mezar, şairi hep anladı ve anlar)
Uykunun sürüldüğü bütün geceler boyu
Sorup sana diyecek: “- Ey acemi fahişe!
Ölüler ağlıyorken, senin aklın neredeydi?”
-Ve kemirecek kurtlar derini azab gibi.-
*
GÜZELLİĞE İLÂHİ
Derin gökten mi geldin, uçurumdan mı çıktın
Ey güzellik! O kutsî, cehennemlik gözlerin
Hem iyilik hem de suç dolduruyor kadehe,
Belki bu yüzden çarpıcı bir şarab gibisin.
Kokular taşıyan fırtınalı bir havasın;
Gözlerinde, güneşin batışı, doğuşu var,
Öpücüklerin iksirdir ve testidir ağzın
Yiğidi alçaklaştırır, çocuğu yiğit kılar.
Kara burgaçtan mı çıktın, yıldızlardan mı indin?
Sapıtıp köpek olmuş Kader eteklerinde,
Hem yıkım hem kıvanç saçıyorsun bütün gün,
Yöneten sensin; ve sensin kem söz etmeyen de.
Alay ettiğin ölüler üstünde yürüyorsun;
Daha az mı çekici takılarından Korku,
Ve Cinâyet sevdiğin süslerin arasında
Mağrur göbeğinde sevdalı dans etmiyor mu?
Su sineği, gözü kamaşmış, uçuyor sana,
Cızırdayan mum diyor: Takdis edin alevimi!
Eğilmiş sevgiliye âşık, soluk soluğa
Mezarını okşayan canlı cenaze gibi.
Ha cennetten gelmişsin, ha cehennemden, boş ver,
Ey güzellik! Korkunç ama, kalbi temiz dev, sen
Gözünle, gülüşünle, ayağınla bana n’olur
Sonsuzun kapılarını şöyle açabilsen?
Şeytanmış, Tanrıymış, Melekmiş veya Su Perisi
Ey kadife gözlü peri, sen bunlara boşver,
Ey uyum, koku, ışık, – ey tek ecem, kuluna
Şu kainatı çekilir, hafif kıl, yeter!
*
TAPARIM, HÜZÜN VAZOSU
Taparım hüzün vazosu, büyük suskun, sana,
Gecenin gök kubbesine taparcasına;
Kollarımı sonsuz çoğalttığım zaman,
Ve, ey gecemin süsü, sakındıkça kendini,
Benden kaçtıkça daha çok severim seni,
Cesedin peşindeki kurtçuklara dönerim,
Üstüne saldırırım, tırmanırım, binerim,
Taparım, vahşi hayvan, soğuyan bedenime!
Soğudukça daha bir artan güzelliğine!
*
ŞEYTAN’A METHİYE
Ey bütün meleklerin en âlimi, güzeli, sen,
Kaderi dönük Tanrı, yoksun tüm övgülerden,
Sen ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Ey sürgünler Prensi; haksızlığa uğrayan,
Yenildiğinde bile, güçlü, doğrulup kalkan,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Herşeyi bilirsin sen ve tüm yeraltılarının
Kralı, sıkıntıyı dindiren otacısın,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Ölüm adlı o eski ve güçlü sevgilinden
Ümidi, çılgın kızı gibi doğurtacaksın, sen!
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
İdâmlık, ölümünü görmeye gelenlere,
Sakin ve tepeden bakar senden aldığı güçle,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Toprağın altındaki o değerli taşları
Sen bilirsin, nereye sakladı kıskanç Tanrı,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Kefenlenip uyuyan madenler nerededir,
Derinlikleri gören keskin gözlerin bilir,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Çatının kıyısında yürürken uyurgezer
Uçurumları ondan büyük ellerin gizler,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Atların çiğnediği sabahçı bir ayyaşın
Yaşlı kemiklerini korur, yumuşatırsın,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Sen öğrettin dindirmek için sızılarımı
Kükürt ve güherçileyi karıp melhem yapmayı,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Kurnaz ortak, damganı ustalıkla sen vurdun
Alnına acımasız, o alçak Kârun’un,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Kızların gözlerine, kalbine sokmadın mı
Yıkımdan zevk almayı, paçavralar aşkını
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Sürgünlerin değneği, mucitlerin lambası
Asılıp ölenlerin, suçluların papazı,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
Baba Tanrı’nın kızıp yeryüzü cennetinden
Kovduğu insanların o üvey babası, sen,
Sen, ey Şeytan; bu uzun sefâletime acı!
*
-DUA-
Saltanat sürdürdüğün göğün tepelerinde,
Yenik, hayâller kurduğun cehennemin dibinde,
Medihler olsun sana, zaferin hep süregelsin!
Yardım et,şu kimsesiz ruhum bir gün dinlensin,
Senin yanında ve İlim Ağacının altında
Dalları Mabet gibi yeşerirken alnında!
*
SOĞUK AZÂMET
Dalganan sedef giysileriyle, onun
Yürürken bile dans ettiğini sanırsın,
Uzun değneği üstünde, Hint fakirinin
Oynattığı yılanlardan biri bu, dersin
Benziyor donuk kuma, çöllerin göğsüne,
Onlar kadar acımasız ve duyarsız,
Benziyor o çoşkun denizlerin ağına,
Dalga dalga yayılıyor, öyle umarsız.
Hoş bir madenden yapılmış kaygan gözleri.
Erden bir meleğin sıfenksle buluştuğu,
Herşeyin çelik, elmastan oluştuğu
Bu garip sembolik gövdenin içinde, bak,
Faydasız yıldız gibi parlıyor, sonsuza dek
Kısır ve dölsüz kadının soğuk azâmeti.
*
BİR CESEDİN YANINDA
O gece bir cesedin yanında yatar gibi,
Gudubet bir Yahudinin yanına uzandım,
Hiçbir haz uyandırmayan hazin güzelliği,
Satılık bedenini seyredip, düşünceye daldım.
Canlandırdım gözümde körpe kızlık hâlini,
Bakışı belki haşin, belki yumuşacıktı
Ve başında kokulu bir şapkaydı saçları,
Bunları hayâl etmek bile mestetti beni.
O âsil bedenini nasıl öper, severdim,
Serin ayaklarından saçlarına dek
Seni okşar, herşeyim yoluna feda, derdim.
Yeter ki, gözlerinden dökülen bir damla yaş
Gudubetler ecesi, karartsın yavaş yavaş
O soğuk gözlerini son ışık sönene dek!
*
KOKU
Kiliselerde günnük tohumunu
Veya miski ufacık torbadan,
Esrikçe ve yutarca, zaman zaman
Ey okurum kokladığın oldu mu?..
Yanlışlardan arınmış bir geçmişte
Şimdi bizi büyüleyen bir yan var!
Âşık, tapılası beden üstünde
Nefis çiçekleri hatıradan toplar.
Canlı torba, odanın buhurdanı
Dalga dalga, esnek, ağır saçları
Vahşi, yaban bir hava yayıyordu,
İçine, saf billur gençliği sinen
İpek veya kadife giysisinden
Bir kürk kokusu yükseliyordu.
BÜTÜNÜYLE
Bu sabah yüksek tavanlı odamda
Şeytan ziyaretime geldi benim,
Aldatmak, düşürmek için tuzağa,
Dedi ki: “- Söyle, çok merak ettim,
Sevgilinin büyüsünü yaratan
Bütün güzel ve hoş şeyler içinde,
Cazibeli bedenini oluşturan
Siyah, pembe tüm nesneler içinde
Hangisi en tatlı sence?” -Ey Ruhum!
Cevabladın Şeytan’ı: “- Bu mümkün mü!
Hangisini sayayım, bilemiyorum,
Herşey onda geyikotudur çünkü.
Nasıl seçebilirim bir tekini,
Herşeyini beğeniyorsam eğer,
Işıl ışıl yanar şafak vakti gibi
Gece gibi beni teselli eder;
Nice araştırsam, incelesem ben,
Güçsüz çabalarım işe yaramaz,
Onun güzel bedenini yöneten
Nefis uyumun sırrına varamaz.
Ey tek içinde eriyip tek olan
Duyguların esrarlı değişimi!
Soluğudur mûsikiyi yaratan
Ve kokuyu yaratan onun sesi!”
*
ŞİŞE
Güçlü kokular vardır, onlar için, her madde
Gözeneklidir. Sanki, geçerler camdan bile.
Doğu işi ve köhne kilidi gıcırtıyla
Homurdanıp açılan eski bir sandıkta,
Veya ıssız bir evin, yıpranmış, hazin, kara,
Küf kokuları sinmiş tozlu bir dolabında
Yaşlı bir şişe vardır, hâtıralar canlandıran,
Bir ruh dipdiri, gelip fışkırıverir ondan.
Usul usul ürperen, gerip kanatlarını
Uçmaya hazırlanan, mavi, pembe, yaldızlı
Krizalitler gibi nice yoğun düşünce
Uyuyordu o ağır karanlıklar içinde.
Esrikleştiren ânı işte geldi… uçuyor
Garipleşen havada… ve gözler yumuluyor,
Başdönmesi yapışıp itiyor yenik ruhu
Tortumuzla kirlenmiş kara çukura doğru;
Vurup yere seriyor çukurun kıyısında
Ki yırtıp; kefenini kokulu Lazare, orda
eski, buruk, sevimli aşkı kımıldatıyor,
Hortlak cesedini uykudan uyarıyor.
Oy! Bir gün kaybolunca, yitip gidince böyle
Hafızalardan silinip bir dolap köşesinde,
Tükenmiş, tozlu, kirli, çatlak, iğrenç, yapışkan
Yaşlı bir şişe gibi, boş, atıldığım zaman,
Ey meleklerin damıttığı kutsal zehir!
Ey, yaşatan, öldüren, beni kemiren iksir!
Dünya tanısın diye gücünü, irinini,
Tabutun olacağım, pis kokulu, sevimli!
*
KEDİ
I
Beynimin içinde gezinir durur,
Evinde rahat gezindiği gibi,
Güzel, güçlü, hoş, sevimli bir kedi,
Miyavlar, sesi pek hafif duyulur,
Öyle yumuşak, usuldur sesi,
Bazen homurdanır, bazen sessizdir,
Ama hep derin, her zaman zengindir,
Burdan doğar, çekiciliği, sırrı.
Yuvarlanır, damla damla süzülür
Bu ses, karalıklarımın dibine,
Doldurur beni, uyumlu bir dize,
İksirdir, gönlüm onunla haz bulur.
Uyutur en feci ağrılarımı,
Bütün çoşkuları taşır içinde;
Ne gerek var o uzun tümcelere,
Sözcüklere yok onun ihtiyacı.
Yüreğimden iyi keman olur mu!
En tiz telinin üstünde gezinsin,
Şarkısını, saltanatla söylesin,
Sürsün yayını, yürek yorulur mu!
Ey esrarla dolu kedi; sesin,
Ey semavi mahluk, garip ve soylu,
Meleğinki kadar yüce, uyumlu
Sesin saltanatla şarkı söylesin
II
O sarılı ve siyahlı kürkünden
Öyle tatlı bir koku çıkıyor ki,
Bir akşam bütün tenime sinmişti
Onu bir kez, bir kez okşayınca ben.
Kaldığı yerlerin evliyasıdır;
O yönetir, o esinler, yargılar,
Çünkü kendi imparatorluğu var;
Belki bir Peridir; belki Tanrı?
Gözlerim usulca döndüğü zaman,
Tıpkı bir mıknatıs çekmişcesine,
Bu sevdiğim, sırlar dolu kediye,
Ve, şöyle bir kendime baktığım ân
Hayretle bir ateş görürüm orda,
Aydınlık fenerler, canlı opaller,
Beni izleyip duran gözbebekler,
Solgun gözbebekler görürüm orda.
BAYKUŞLAR
Garib Tanrılar gibi baykuşlar
Karaselvilerde dizi dizi,
Sessiz, düşünmeye koyulmuşlar,
Gözleri ok gibi, kırmızı.
Kımıldamadan duracak onlar,
Hüzün taşıyan saatlere dek,
Orda, ışığı sürgün ederek
Açılacak yoğun karanlıklar.
Baykuşlar bu haliyle bize der:
Hayat bazen de durgunluk ister
Kargaşadan, devinimden korkun;
İnsan bir tutkuyla şaşkınlaşır
Yer değiştirmek ister ve bunun
Yıllarca pişmanlığını taşır.
*
CENAZE
Ağır ve karanlık bir gecede
Dini bütün biri, medhe değer
Saygın gövdenisi bir mezbeleye
İyilik yapıp da gömerse eğer,
Sofu yıldızlar, göz kapaklarını
Kapayıp uykuya daldığı zaman,
Örümcek orada örücek ağını
Ve orada yavrulayacak yılan;
Lânetlenmiş başınızın üstünde
İşiteceksiniz bütün bir gece
Felâket uluyuşunu kurtların
Ve sıska büyücülerin sesini,
Yaşlıların şehvet iniltisini,
Tuzağını kara düzenbazların.
*
OLAĞANÜSTÜ BİR GRAVÜR
Bu garip hayâletin bütün süsü, iskelet
Alnına gülünç bir şekilde kondurulmuş, bet
Ve ancak karnavallarda görülen korkunç bir taç
Ne koşum var, ne mahmuz, ne de elinde kırbaç,
Kıyamet günü kadar dehşet verici olan,
Burnundan, saralı gibi, salçalar saçılan
Hayalet atını sürüp dalıyor boşluğa,
Eziyorlar sonsuzu devingen bir toynakla.
Atının çiğnediği yığınlar üstünde, atlı
Gezdiriyor parlayan görkemli kılıcını,
Ve tıpkı, mülkünü denetleyen bir prens gibi
Geziyor, ufuksuz, soğuk ölüler ülkesini,
Ki, beyaz ve donuk bir güneşin ışıklarında
Eski ve yeni çağın halkları uyuyor orada.
*
HÜZNÜN SİMYASI
Tabiat! Kimi sırtını ısıtırken,
Kimi de yasını sen de sergiler,
Kimine “canın cehenneme!” diyen
Kimine de ömür, saltanat diler.
Gizli Hermés’im, hep yardımcım oldun,
Ama simyacıların en hazini
Zavallı Midas’a benzettin beni,
Hep yıldırdın, gözümü hep korkuttun;
Altunu seninle demir ederim,
Cenneti, cehenneme çeviririm;
Ve bulutların beyaz kefeninde
Sevgili bir cesed bulurum
Mübarek ve semavî sahiller üzerinde
Taş mezarlar, lahitler kuruyorum.
*
KENDİNİ CEZALANDIRAN KİŞİ
Yaracağım seni bir gün
Nasıl kayaları Musa
Değneğiyle yardı ise
Nasıl, duymadan öfke, kin
Kasap keserse koyunu
Sunmak için Sara’ma ben
Alacağım göllerinden
Büyük acının suyunu.
Gözyaşlarında yüzecek
Ümitle dolu yüreğim,
Uzaklaştırmak için gemim
Palamarını çözecek.
Gözyaşların o zaman, bak
Yüreğimde, esrik, hür,
Davul gibi, gümbür gümbür
Nasıl ses verip çoşacak!
İtip kakan ve ısıran
Alay öğretti: Ben neyim?
Çatlak bir ses değil miyim?
Mukaddes uyumları bozan?
Bu çığırtkan ses benimdir!
Kara ağu kendi kanım,
Ben bir uğursuz aynayım,
Bakan cadı bedenimdir!
Yara ben’im, bıçak ben’im!
Hem tokat, hem tokat yiyen!
Çarmıh da ben, İsa da ben,
Hem cellat’ım, hem kurban’ım.
Ben kanımın vampiriyim,
Gülümsemeyi bilmeyen,
Sonsuz gülüşü bekleyen
-Terkedilmişlerden biriyim!
(* Sara-Sarah; Hazret-i İbrahim’in eşidir ki, zemzem suyunun çıkmasına vesile olandır.)
*
LÂNETLENMİŞ KADINLAR
Çevirip gözlerini denizlerin ufkuna,
Dalgın bir sürü gibi sahilde uzanmışlar,
Ellerde, birbirini arayan ayaklarda
Tatlı halsizlikleri, ıstırablı gözyaşları var
Bir kısmı, uzun uzun günah çıkartmak için,
Gidiyor, derelerin şakıdığı koruda,
O çocuk yıllardaki korkulu aşkların
Kabuğunu ve yeşil fidanları oya oya;
Kimileri, Aziz Antonie’nin, düşlerinde
Çıplak, kızıl göğüslerin lavlar misâli
Fışkırdığını gördüğü kayalar içinde,
Yürüyor, rahibeler gibi, ağır ve ciddi;
Putperest mağaralarının oyuğunda, bir kısmı
Reçineleri akmış çıralar ışığında,
Azabları uyutan, ey Bachus!, yardımını
Bekliyorlar, uluyup ateşli arzularla!
Karıştırıp karanlık ormanda, gecelerde,
Acının gözyaşına arzunun köpüğünü
Bir kırbaç saklayarak uzun giysilerinde,
Keşiş yeleklerini seviyor bir bölüğü.
Yalnız gerçeğin dışında herşeyi küçümseyen
Erdenler! Canavarlar! Kurbanlar! Büyük canlar!
Şehvet çığlığı atan, pişmanlıkla inleyen
Sofular, yarı insan, yarı hayvan kadınlar!
Hazîn kızkardeşlerim, cehenneminize dek
İzledim hepinizi, perişan hâldesiniz,
Susuzluğunuz gibi acınız da dinmiyor,
Ölü aşk külleriyle dolu kalpleriniz!
*
LÉTHÉ
(yasaklanmış şiir)
Vahşi ve sağır ruh, gel kalbime, gel diyorum,
Tembel, miskin canavar, sen tapılası kaplan;
Şu titreyen parmaklarımı uzun zaman
Ağır, yoğun yelene daldırmak istiyorum;
Acılı, üzgün başımı usulca sokayım
Teninin kokusuyla dolu eteklerine,
Solgun bir çiçek gibi derinden derine
Pis kokan ölü aşkımı içime çekeyim.
Hayatdan çok uyumak istiyorum uyumak!
Kuşkulu bir uykuda, tatlı ölüm misali,
Vicdan azâbı duymadan öpücüklerimi
Bakır gibi cilalı güzel vücûduna yaymak.
Ancak senin yatağının uçurumu yutar
Şimdi artık dinmiş olan hıçkırıklarımı;
Senin ağzında unutuşun o güçlü tadı,
Léthé ırmağı öpüşlerin içinden akar.
Zevkin buyruklarına uymak, boynumun borcu,
Çünkü, kaderim alnıma peşin yazılmış böyle;
Ben, günahı körükleyip aşkın ateşiyle
Alevlendiren uysal kurban, ben masûm suçlu,
Dinsin diye bu acı, uyuşsun diye kinim
Yıllardır altında hiç kalb barındırmayan
Sivri göğüslerinin güzelim uçlarından
Kana kana baldıran zehrini içeceğim!
*
TAKILAR
(yasaklanmış şiir)
Soyunmuştu bir tanem, tek kalan şey teninde
Gözalıcı takılar, çünkü beni tanırdı,
Üstünde kölelerin hürriyet günlerinde
Taşıdığı alnı dik fatih havası vardı.
Alaycı ve canlıbir çığlıkla dansederken,
Madenler ve taşlarla ışıklanan şu dünya
Çoşturur kalbimi, dehşetli düşkünüm ben
Sesin ışıkla hemhâl olduğu eşyalara.
Bırakmıştı kendini koynuna sevgilerin,
Süzüyordu divândan o gülen bakışları
Bir deniz kadar tatlı, bir deniz kadar derin
Sahile çarpar gibi ona vuran aşkımı.
Gözleri gözlerimde sanki evcil bir kaplan
Düşle dolu, şekilden şekile giriyordu
Şehvete ve arzuya kucak açmış saflığı
Her tavrına yeni bir albeni veriyordu;
Kuğu gibi kıvrımlı, yağ gibi kaygan
Kolları, bacakları, kalçaları, her yeri
Geçiyordu duru ve keskin bakışlarımdan;
Ve karnı; ve bağımın salkımı memeleri
Kötülük meleğinden daha tatlı, daha hoş
Üstüme geliyordu bana el atmak için,
Kimsesiz, yapayalnız oturan şu ruhumu
Kristal kayalarla huzursuz etmek için.
Yepyeni bir desende birleştirmişti bir el
Antiope’nin teniyle tenini bir tüysüzün,
Dolgun kalçalarını yansıtan ince bir bel,
Vahşi, esmer yüzünde beyaz, yüce bir düzgün!
– Can çekişip dururken lambamızın fitili,
Tek ışık, ocaktaki ateş de ölüyordu
Alevin, soluyup iç çeken dumanlı dili
O amber renkli teni kanlara buluyordu.
*
VAMPİRİN DEĞİŞİMLERİ
(yasaklanmış şiir)
Demir kopçalı korsenin üzerindeki
Göğüslerini sıkıp, kıvrıldı yılan gibi,
Çilek ağzından akan amber sözcüklerle
Dedi: “- Dudaklarım nemli oldukça böyle
Eskil şuuru yitirme bilimi nedir
Yataklarda, ben bilirim, sır bendedir
Zaferlerle dolu göğsümde acılar, yaşlar diner,
Yaşlının gülüşü çocuk gülüşüne döner.
Beni çıplak seyredenler için her şeyim,
Güneşim ve gökyüzüyüm, yıldızım, ayım!
Sevgili bilgili dost, ah, bir bilsen
Sevişme sanatında nasıl ustayım ben!
Kadife bedenimi şöyle sarsalar
Göğsümü, bağrımı, şöyle bir ısırsalar,
Sıkılgan ve fındıkçı, nazenin ve gürbüz,
Şu çarşaflar üzerine uzansam dümdüz,
Uğruma Melekler cehennemlik olurdu!”
Bunu söyleyip, iliklerimi sömürdü.
Ben de, bir sevda öpücüğü sunmak için
Ona döndüm, acılarla kıvranıp bitkin.
Yoktu o, karşımda irin dolu bir tulum
Duruyordu, dehşetle gözlerimi yumdum,
Ve gözlerimi yeniden açtığım zaman
Benden hayli kan emip depolamış olan
Manken gibi o güçlü hayalet yerine
Titreşip duran kemikler gördüm çevremde,
Boğuk, acayip seslerle sanki karşımda
Sürekli uğuldayan bir fırıldak veya
Demir çubuk ucunda bir tabela vardı
Rüzgârın kış gecelerinde salladığı.
*
LANETLENMİŞ KADINLAR
(yasaklanmış şiir)
Délphine ile Hippolyte
Hippolyte, lambaların solgun ışığı vuran
Kokulu minderlere uzanmış duruyordu,
Ve toy genç kızlığının perdesini kaldıran
Güçlü okşayışları, dalgın, düşünüyordu.
Sabah uyandığında nasıl başını yolcu
Çevirip mavi ufka bakarsa, tıpkı öyle,
Henüz uzaklardaki gökleri arıyordu
Fırtınalı bir ânın ürküttüğü gözlerle.
Ölgün halkalardakio tembel gözyaşları
Bitkin, perişan hali, şehvetli, üzgün teni,
Hurda silahlar gibi terkedilmş kolları
Ve herşey süslüyordu narin güzelliğini.
Dişlediği avını öldürmeyip gözleyen
Güçlü bir hayvan gibi, Délphine, eteklerinde,
Huzurlu ve gururlu, baktıkça alevlenen
Gözlerini örtmüştü Hippolyte’in üstüne.
Güçlü güzellik, ince güzellik önünde diz
Çökmüş ve şarabını içerken zaferinin,
Dermek istercesine ağzından bir tatlı söz,
Uzanıyordu ona doğru, sevdalı, tutkun.
Kurbanın gözünde arıyordu durmadan
Arzunun şakıdığı sessiz ilâhileri
Ve uzun ahlar gibi gözkapağından çıkan
Şükran hislerini, o tatlı kelimeleri.
Dedi: “- Nedir düşüncen, ne dersin olanlara?
Hoyratça soldururlar, Hippolyte tatlı yürek,
İlk güllerinin kutsal adağını o kaba,
O yaban soluklara asla sunmaman gerek.
Benim öpüşüm, akşam, büyük şeffaf gölleri
Okşayan su sineği gibi yumuşacıktır,
Erkeklerin dudağı saban demiri gibi,
Tekerler gibi oyar, acı izler bırakır;
Atlar, öküzler gibi geçerler üzerinden,
Çiğnenirsin altında insafsız ayakların,
Hippolyte, kızkardeşim, yüzünü bana dön sen,
Ruhumsun, herşeyimsin ve öteki yarımsın,
Kutsal merhem, çevir o yıldızlı gözlerini,
Bir tek bakışın bana yeter, ey tatlı bacım,
Daha loş arzuların kaldırıp perdesini
Sonsuz rüyalar içinde seni uyutacağım!”
Hippolyte, genç başını kaldırdı usul usul:
“- Pişmanlık duymuyorum, hiç de nankör değilim
Ama, ağır bir akşam yemeğı yemiş gibi
Öyle acılı, öyle endişe içindeyim.
Sanki, kanlı bir ufkun her yandan kapağı
İşlek, uzun yollara beni sokmak isteyen
O yoğun ve o kara hayalet taburları
Çökmüşcesine ağır bir yük altındayım ben,
Diyebiliyorsan de bana, dehşetim, ruhum,
Yakışıksız, garib bir fiilde bulunduk mu,
Sen “Meleğim” dedikçe korkudan titriyorum,
Yine de dudaklarım gidiyor sana doğru.
Kalbimin sonsuza dek sahibi, kızkardeşim,
Artık tek düşümcensin, öyle bakma yüzüme,
Beni yakacakları ateş ve cehennemim,
Günahımın ilki, ilk sebebi olsan bile!”
Öfkeyle silkeleyip perişan yelesini,
Délphine, demir sehpada tepinir gibi, birden,
Gözleri çakmak çakmak, haykırarak, dedi:
“- Kim sözedebilirmiş aşk varken cehennemden?
Binlerce lânet olsun o ilk hayalci kimse
Lânet o budalaya, o dürüstlük satana,
Çözümsüz ve abes bir meseleye inanıp
Aşka dürüstlük denen saçmalığı katana!
Soğuk ile sıcağı, gündüz ile geceyi
Esrarlı bir uyumda görmek isteyen bir kız
Bir işe yaramayan inmeli bedenini
Sevda denen o kızıl güneşle ısıtamaz!
Git, istersen aptal bir nişanlı bul kendine;
Bu güçlü ve saf kalbini hoyrat öpüşlere sun;
Koşa koşa, dağlanmış göğsünü, bil ki, yine
Bana getireceksin, azabla dolu, solgun…
Bu dünyada herkesin bir tek sahibi vardır!”
Çocuk birden acıyla haykırdı: “- Duyuyorum,
Şu ân tüm varlığımda, benliğimde derin bir
Uçurum açılıyor; kalbimdir bu uçurum!
Volkan gibi yakıcı, sonsuzluk gibi derin!
Eumédi’in elinde meş’ale, kanına dek
Yaktığı bu ejderin,bu inleyen kalbin
Kanmayan susuzluğu dinmiyor, dinmeyecek.
Kopalım bu dünyadan, perdeleri çekelim,
Dinlendirsin öpüşler yorgun kalbimizi!
Derin göğüslerinde yok olmak, tüm isteğim
Ve bulmak mezarların serinliğini!”
– İnin, durmadan inin, ey acıklı kurbanlar,
İnin, sonsuz, ölümsüz cehennemin yoluna,
Uçurumun dibine dalın, orda tüm suçlar
Kamçılanıp göklerden gelmeyen bir rüzgârla
Kaynar, fırtınaların, kasırgaların korkunç
Uğultusunda, koşun en son noktasına dek
Arzuların, ki onlar dinmek bilmeyecek hiç
Cezanız, tutkunuzun karşılığı olacak,
Tek serin ışık bile ulaşmayacak size.
Ve işte yarıklardan, sokak feneri gibi
Yanan kızgın mikroblar sızıyor içeriye,
Korkunç kokularıyla kaplıyor vücûdunuzu.
Kıvancınızın buruk, tatminsiz kısırlığı
Susuzluğu giderip, derinizi geriyor,
Şehvetli teninizin öfkeli rüzgârları
Etinizi bir bayrak misâli titretiyor.
İnsanlardan uzakta, seyyahlar, mahkûmlar,
Koşun aç kurtlar gibi çöllerde akın akın;
Kaderinizi kendiniz yazın, düzensiz ruhlar,
İçinizde kökleşen sonsuzluktan sakının!
*
LESBOS
(yasaklanmış şiir)
Annesi sahnelerin, yunan şehvetlerinin
Lesbos, sen de şen veya hüzülü öpücükler,
Güneşler gibi sıcak, karpuzlar gibi serin,
Defneli gündüzleri ve geceleri süsler,
– Annesi sahnelerin, yunan şehetlerinin,
Lesbos, sen de öpüşler çağlayanlar gibidir,
Korkusuzca atılır dipsiz uçurumlara,
Koşar, hıçkırır, çoşar sarsıntılarla birbir,
– Fırtınalı, esrarlı, kaynaşıp durur orda;
Lesbos, sen de öpüşler çağlayanlar gibidir!
Lesbos, sende Phryné’ler birbirlerini sarar,
Sende iç çekişleri asla karşılıksız kalmaz,
Ve tıpkı Paphos gibi yıldızlar sana tapar
Sapho, ey Sapho! Venüs seni nasıl kıskanmaz!
Lesbos, sende Phryné’ler birbirlerini sarar,
Lesbos, sıcak ve hüzünlü gecelerin ülkesi,
Aynalarında kısır arzuları yansıtan,
Kızlar, gözleri çukur, sevdalı bedenleri,
Okşar erginliklerin yemişlerini her ân,
Lesbos, sıcak ve hüzünlü gecelerin ülkesi,
Varsın yaşlı Eflâtun, kısık sert gözle baksın;
Çoktan bağışlandın sen ateşli bûselerle,
Tatlı bir imparatorluk ve soylu bir topraksın,
Sonsuz inceliklerin ülkesi, kraliçe,
Varsın yaşlı Eflâtun, kısık sert gözle baksın;
Ölümsüz kurban zaten bağışlamıştı seni,
Göklerin kıyısında belli belirsiz yanan
Parlak gülüşün bizden uzaklara çektiği
O tutkulu, sevdalı yüreklere sunulan
Ölümsüz kurban zaten bağışlamıştı seni!
Hangi Tanrı yargılar, işten solmuş alnını,
Hangi Tanrı, hâkimin olmaya cür’et eder?
Denizlere döktüğün gözyaşı tufanını
Altın terazilerle tartmamışlarsa eğer?
Hangi Tanrı yargılar, işten solmuş alnını,
Bu kanûnların bizden istedikleri nedir?
Duyarlı, ince kızlar, gururu adaların,
Başka din gibi sizin dininiz de yücedir
Aşk, cennet, cehennemle alay edecek yarın!
Bu kanûnların bizden istedikleri nedir?
Lesbos beni kendine dost seçti şu dünyada,
Çiçekli kızlarımın esrarını şakı, dedi,
Çünkü çocukluğumdan beri, beni, yaşlarla
Islanmış gülüşlerin karanlığı besledi,
Lesbos beni kendine dost seçti şu dünyada,
Leucate tepelerinde beklerim yıllardır ben,
Hani gözcüler vardır, şaşmaz keskin gözleri,
Ufukta, uzaklarda şekilleri titreşen
Kadırgaları izler, o nöbetçiler gibi
Leucate tepelerinde beklerim yıllardır ben.
Denize, dalgalara bakarım uzun uzun,
Kayaları çınlatan hıçkırıklar içinde
Bir akşam tapılası cesedini Sapho’nun
Lesbos kıyılarına getirecek mi diye,
Denize, dalgalara bakarım uzun uzun,
Âşık ve şair Sapho, erce seven kalb,
Hâzîn solgunluğuyla Venüs’ten de güzel kız!
– Acılarla çizilmiş halkanın benek benek
Sardığı kara göze yenilmiş lacivert göz,
Âşık ve şair Sapho, erce seven kalb!
Venüs’ten de güzel kız! Venüs ki dünyamızda
Doğrulup, boşaltırdı berrak hazinesi
Ve kumral gençliğinin ışıklarını, hazla
O yaşlı okyanusun ayağına sererdi,
Venüs’ten de güzel kız, bu yalan dünyamızda!
O Sapho ki, ölmüştü sövgüyle, doğduğu ân,
Uydurulmuş inançla ve nice âyinlerle!
Bir gururki, zındığı bile cezalandıran,
Güzelim bedeneni çayır gibi sunmuştu bize,
O Sapho ki, ölmüştü sövgüyle, doğduğu ân,
Lesbos, yanıp yakınır nice çağlardan beri,
Ve kâinatın sunduğu o büyük azâmetlere
Aldırmaz, kıyıların gökyüzüne ittiği
Acının çığlığıyla sarhoş olur her gece.
Lesbos, yanıp yakınır nice çağlardan beri!
*
PEK NEŞELİ KADINA
(yasaklanan şiir)
Güzel bir manzara gibi güzel
Başın, edan, her halin, davranışın;
Yüzünde oynayıp duran gülüşün
Sanki parlak gökteki serin bir yel.
Yanından geçerken dokunsan, üzgün
İnsanın gözleri, omuzlarından,
Kollarından ışık gibi fışkıran
Sağlık ile kamaşır bütün bir gün.
Pırıl pırıl, elbisenin üstünde
Gözalıcı o renkler yanıp söner,
Sonra bir çiçek bahçesine döner
Şairlerin zengin hayâlinde.
Çılgın giysilerin sanki sembolü
Türlü renklere boyanan aklının;
Uğruna çılgına döndüğüm çılgın
Sana hem kin duyuyorum hem sevgi!
Tembel varlığımı sürüklediğim
Bir bahçede göğsümü kimi zaman
Alay edercesine tırmalayan
Güneşin hışmına boyun eğerdim;
İlk yazla birlikte yeşeren tabiat
Kışkırtınca beni, yalnızlığımı,
Bir çiçekten çıkarırdım acımı,
Ezip karşı kordum bu nobranlığa.
İşte tıpkı bunun gibi, meleğim,
Şehvet saati çalınca,bir gece
Sokulup alçakça, gürültüsüzce
Hazinene tırmanmak tüm dileğim,
Tüm dileğim yırtıp cezalandırmak
Bağışlanmış velûd göğsünü senin,
Üzerinde o neşeli teninin
Geniş, büyük, derin bir yara açmak.
Ve böylece, oy benim tatlı bacım!
Aydınlanıp daha bir güzelleşen
Bu yepyeni dudakların içinden
Zehrimi sana da akıtacağım!
*
İSYANKÂR
Gökte kartal gibi inip öfkeli bir Melek
Zındığın saçlarına doladığı bileğine,
Silkeleyip dedi ki: “- Kuralı bilmen gerek!
(İyilik Meleğinim) Buyruklarımı dinle!
İsa Efendimizin geçtiği kutsal yola
İnancınla dokunmuş bir halı sermek için,
Yalnız fakire değil, çarpığa, aptala,
Hinoğluhine bile sevgi beslemelisin.
Gerçek aşk budur işte! Kalbin kararmadan,
Onurlandır Tanrı’yı, bu aşk ateşiyle yan,
Albenisi ebedî bu hakiki Şehvet’i tat!”
Ne tatlı söz kâr etti, ne yumruk, adam inat;
Melek bağırıp durdu: “- Herkesi sev, diyorum!”
Zındık direniyordu: “- Hayır! İstemiyorum!”
*
GURURU KIRILMIŞ AY
Sen, ey, atalarımın gizlice tapındığı
Ve mavi tepelerden, yıldızların bir saray
Gibi, zarif ve süslü, izlediği tatlı ay,
Sen, ey yaşlı Cyntia’m, evimizin lambası,
Görüyor musun, yoksul, mutlu döşeklerinde
Gösterip dişlerinin körpe minelerini
Uyuyan aşıkları? Başı düşmüş şairi?
Çiftleşen yılanları, kuru otlar içinde?
Sarı kukuletanın altında, usul, ürkek,
Gidiyor musun yine akşamdan sabaha dek
Sevişmeye, o güzel çoban Endymion’la?
“- Anneni görüyorum, güdük çağın çocuğu
Eğiyor ağır yılları aynasına doğru,
Seni emziren göğü alçılıyor ustaca!”
*
YIKIM
Sürekli dolanıyor İblis, yanımda yöremde;
Yüzüyor çevremde, tıpkı görünmeyen bir hava;
Yutuyorum İblis’i, alevi ciğerlerimde,
Dolduruyor içimi, sonsuz, suçlu bir arzuyla.
Büyük sanat aşkımı bilerek, bazen giriyor
O baştan çıkaran, ayartıcı kadın şekline,
Dudağımı alçak iksirlere alıştırıyor,
Kendine has o sözde sıkıntı bahânesiyle.
Böylece, uzaklaştırıp beni Tanrı gözünden,
Götürüyor bitkin halimle ve soluk soluğa
Sıkıntının o derin ve kıraç ovalarına,
Ve kirli giysileri, açık yaraları birden
Şaşkın şaşkın bakıp duran gözlerime atıyor,
Kanlı aleti, Yıkımı üstüme fırlatıyor!
*
BÉATRICE
Otsuz, çorak yerlerde gezip dolanıyordum,
Tabiata yakınıyor, derdime yanıyordum.
Öğlendi… kanatlanırken, düşüncem rastgele,
Bilerken hançerimi yüreğimin üstünde,
Kasvetli ve iri bir fırtına bulutuyla
Çirkef iblis tayfası üşüştüler başıma,
Meraklı cüceleri andıran yaratıklar
Soğuk bakışlarıyla beni seyre daldılar,
Taptıkları deliyi ezip geçenler gibi,
Gördüm, fısıldaşarak, bana güldüklerini,
Kaç kez, işaretlerle ve nice göz kırparak
Diyorlardı: “- Şu gülünç karikatüre de bak,
Ebleh gözleri şaşkın, şaçları savruk yelde,
Bu Hamlet kuklasını seyredelim keyifle.
Ne büyük acı, görmek bu zavallı fâniyi,
Bu gezgin palyaçoyu, bu çulsuz enayiyi,
İstiyor ki, kartallar ve cırcır böcekleri,
Irmaklar, akarsular, tabiatın çiçekleri
Dinlesinler bitmeyen hüznünün şarkısını,
Bizi bile, o eski kitabların yazarı,
O dinî kitabların yazarı, bizi bile
Uyutmaya kalkıyor uluduğu nutukla.”
Şu güçlü, saltanatlı başımı, ben, şöyle bir
(Ki, onurum dağlardan daha yücedir,
Papuç bırakmaz öyle iblis çığlıklarına)
Saltanatlı başımı çevireceğim ânda
-Yalnız güneş sarsılmaz böyle suç görünce-
Yüreğimin sultanı, gözleri eşşiz ece,
Baktım ki iblislerle, yıkımıma gülüyor,
Kirli okşayışlarla kırılıp dökülüyor.
*
HÂBİL VE KÂBİL
I
Yiyip içip uyu, Hâbil’in soyu;
Tanrı gülümsüyor sevgiyle sana.
Alçaklığında Kâbil’in soyu,
Sürünüp öl, sefâlet içinde.
Sunduğun kurban, Hâbil’in soyu,
Ne hoş geliyor İsrâfil’e bak!
Çektiğin azâb Kâbil’in soyu
Ne zaman bitip bir son bulacak?
Hasatın güzel, Hâbil’in soyu
Davarın sığırın çoğalıyor;
Karnın açlıktan, Kâbil’in soyu
Yaşlı bir köpek gibi uluyor.
Kızdır postunu Hâbil’in soyu
Baba ocağından kısmetini al;
Küçük ininde, Kâbil’in soyu,
Soğuktan titre, zavallı çakal!
Sev, sevil, üre, Hâbil’in soyu!
Altınların da bak, yavruluyor.
Ey tutuşan kalb, Kâbil’in soyu
Bu tutkulara karşı tetik dur.
Tahta kurusu, Hâbil’in soyu
Kan emip büyüyorsun sürekli!
Durma, yola düş, Kâbil’in soyu
Al götür çaresiz aileni.
II
Vah ki! Hâbil’in oğlu senin leşin
Bu tüten toprağı gübreleyecek!
Kâbil’in oğlu, gereksinimin
Yıllarca böyle sürüp gidecek;
Ne utanç! Kazanan Hâbil’in soyu;
Kargı sultan oldu demire inat,
Çıkıp gökyüzüne Kâbil’in soyu
Tanrı’yı göklerden yeryüzüne at!
*
KAPAK
Nerede olursa, karada, denizlerde,
Ateşli iklimlerde, beyaz güneş altında,
Azâmetli Kârunuyla, kara dilencisiyle,
İsaya inananı, Cythére’e tapanıyla,
Konarı, göçeriyle, köylüsü, şehirlisiyle,
Kafası hızlı ve ağır çalışanıyla,
Gizemin dehşetini duyar insan, her yerde,
Gözleri titremeden bakamaz yukarıya,
Bakamaz gökyüzüne! Boğucu bir mağaradır,
Işıklı tabanında güldürüler oynanır,
Her palyaço kanlı bir zemin üstünde yürür;
Bütün bir insanlığın içinde kaynadığı
O koca tencerenin büyük, kara kapağı
Gök, inanmışa umut, dinsize dehşet verir.
ROMANTİK GÜNEŞİN BATIŞI
Ter-ü tâze doğduğunda Güneş ne kutludur,
Günaydın der ansızın belirip, diri, canlı!
Akşam olduğu zaman, bir düşten daha şanlı
Batışını aşkla selâmlayana ne mutludur!
Çiçek, kaynak, herşey, çırpınan kalp gibi
Baygın düşmüştü akışlarıyla… hatırlarım!
Yine kaçıyor, çabuk, ufka doğru koşalım,
Hiç değilse, son bir ışık yakalarız belki!
Çekti gitti Tanrı, boşuna düştüm peşine;
Kuruyor saltanatını katlanılmaz Gece,
Nemli, uğursuz, ürpertilerle dolu, kara;
Karanlıklarda bir mezar kokusu yüzüyor,
Kurbağaları, soğuk salyangozları eziyor
Korkak, telaşlı ayaklarım bataklıklarda.
*
PİPO
Bir yazarın piposuyum;
Anlar, Habeşliyi andıran
Bu kara yüzüme bakan,
Nice tiryaki sahibim.
Efkârlanınca efendim,
İşçinin duman duman
Tenceresini kaynatan
Bir ocak gibi tüterim.
Ateş ağzımdan çıkıp da
Yükselen şu mavi ağda
Sarıp sallarım ruhunu,
Yanıp geyikotu gibi
Büyülerim yüreğini,
Dinlendiririm zihnini.
HİÇLİĞİN TADI
Ruhum,o hırçın yüzün neden şimdi donuk, mat?
Patlatırken hırsını Ümit mahmuzlarıyla,,
Artık terketti seni! Yat, uyu hayâsızca,
Sürekli tökezleyen canı çıkmış yaşlı at.
Katlan kalbim, boyun eğ; hayvanca uykuna yat.
Sen, yenik, bitkin düşmüş yüreğim, artık sana
Aşkta ne hırçınlıklar kaldı, ne de eski tat;
Elveda saksafonlar, hoşçakal içli flüt!
Arzular! Aldırmayın bu somurtkan insana!
O eski kokular yok güzelim İlkbaharda!
Zaman bitirir beni her dakika, her saat,
Bir gövde kazık gibi nasıl donarsa karla;
Bakıyorum tepeden şu yuvarlak dünyaya,
Sığınacak kulübe kalmadı artık. Heyhat!
Ey çığ yıkıl üstüme, beni de kendine kat!
*
UZAK İKLİMLERİN KOKUSU
(Rarfum Exotique)
Göğsünün kokusuyla içimi doldururken,
Ilık bir güz akşamı gözümü kapıyarak,
Değişmez bir güneşin aydınlattığı, sıcak
Mesut kıyılar geçer gözlerimin önünden;
Enginlerde kaybolmuş uyuklayan bir ada,
Acayip ağaçları, tatlı meyveleri var;
Ve saf bakışlarıyla hayret veren kadınlar,
İnce, çevik vücûtlu erkekler hep orada.
Büyülü iklimlere kokundur çeken beni,
Görürüm dalgalarda, arasız sallanmaktan
Yorulmuş gemilerin kaynaştığı bir liman.
O demir hindilerin burun deliklerini
Ve havayı dolduran kokusu, öylesine
Karışır ruhumdaki denizci türküsüne.
MAHKÛM BİR KİTAB İÇİN KİTÂBE
Tatlı çoban türküleri okuru,
Bu acıklı, esrik kitab sana tat
Vermez, boş yere okuma, kaldır at!
Saf yürekli, Tanrı’nın iyi kulu,
Öğrenmedin, almadıysan dersini
Şeytan denen o yaşlı düzenbazdan,
At! Bir şey anlamazsın bu kitabdan,
Veya bir isterik sanarsın beni.
Ama, büyüye değil de, gözlerin
Uçuruma dalmayı biliyorsa,
Oku, beni sevmeyi öğrenirsin;
Meraklı ruh, kıvranıp ıstırabla
Aramaya giderken cennetini,
Acı bana!.. Yoksa çarparım seni!
(Şiirler ve hayat hikâyesi için MEB tarafından yayınlanan, “Tercüme” dergisinin, “Elem Çiçekleri”nin yüzüncü yılı için hazırlanmış sayısı ile, Erdoğan Alkan’ın “Karanlıklar Prensi Baudelaire” isimli kitabı ve Baudelaire hakkında yazılmış çeşitli makalelerden faydalanılmıştır.)
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 1 Ocak-5 Mart 2002.