Tarkowsky’nin Son Filmi: Offret (Kurban)

Bu film bir dua ve asıl kökü Hazreti Ebubekir’in duası içinde bulunan bir yakarıştır.

***

Hazreti Ebubekir’in duası:

“Ya rabbi! Sen kâmil ve mutlak kudretin sahibisin! Kudretine son düşünülemez. Beni, hesab günü, o kadar büyüt, büyüt, büyüt ki, cehennemini yalnız ben doldurayım ve başkaları için orada yer kalmasın!”

***

Meşhur bir aktörün, tiyatrocunun karısı iken, eşinin tiyatroyu bırakması ile beraber –şöhretin gidişiyle- mutsuz Adelaide; ruhî kimliği çalkantılı kızları Marta; artık aileden biri olmuş aile doktoru Victor; evin hizmetçisi Julia; arada bir evlerine temizlik için gelen sırlarla dolu, tuhaf hizmetçi Maria; açıklanamayan ama gerçek hâdiselerin koleksiyoncusu postacı Otto; ve baş kahraman, tiyatro ve edebiyat tenkidçisi, meşhur gazeteci, aynı zamanda üniversitede estetik üzerine dersler veren Alexander…

***

O gün Alexander’ın doğum günüdür. Televizyondan nükleer savaş çıktığı haberini duyarlar. Dünya yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Alexander, hayatı, evi, çocuğu ve tüm sevdiklerinden vazgeçmesi karşılığında Allah’tan dünyanın kurtulmasını dileyerek kendini fedâ etmek ister, fedâ eder… Allah, Alexander’ın duasını kabul eder ve Alexander bunun bedelini öder…

***

Tarkowsky’nin –diğer filmlerine kıyasla- sembolleri en az kullandığı ve derinliği en sâde bir dille naklettiği filmdir kurban. Bir bakıma, hayatının son yıllarını yaşadığını fark eden sürgündeki yönetmenin insanlığa son çağrısı, vasiyetinin filmi… Bir dünya yıkılırken yeni bir dünya doğacağı umudunu kaybetmeyen, idealist Rus yönetmenin İsveç’te çektiği -bizce- şâheser film.

Film, Leonardo Da Vinci’nin Adoration of the Magi isimli tablosunun belirmesi ile başlar. Fonda ise, Bach’ın Matthaus Possion’u çalmaktadır… Allah’a besteleri ile hizmet etmek isteyen Bach…

Adoration of the Magi… Da Vinci’nin Milano’ya gittiği için yarım bıraktığı bu tablo, çok eski tarihlerden beri Hıristiyan sanatının en gözde temalarından biri olan “Müneccim Kralların Tapınması”nı mevzu edinir. Filmin jeneriği bu tablo üzerinde akar… Filmi seyretmeye başlar başlamaz, uzun bir süre Bach’ın müziği altında tabloyu seyrederiz.

Üç bilge adamın Hazreti İsa’nın doğumunu önceden bilip hediye getirmesidir “Müneccim Kralların Tapınması”… Fransa’daki Uffuzi Galerisi’nden Leonardo hakkındaki tartışmalar neticesinde kaldırılan bu tablonun arka planında Da Vinci, dünyanın bir yıkımda ama aynı zamanda yeniden yapılanmakta olduğunu anlatır. Tabloyu bu kadar izâh bile yeter bizce; Tarkowsky’nin yeni bir dünya için hiç kaybetmediği umudu ve “teknik ilerleme” adı altında baştan başa günahlarla örülü medeniyetin çöküşü…

21. yüzyılın sıkıntısını o günden duyan Bodler gibi çöküşü gören ve doğan Yeni Dünya Düzeni’ni fark eden ve bu düzen için kendini fedâ etmekten çekinmeyen Alexander’ın şahsında Tarkowsky…

“Teknik İlerleme dediğimiz şeyin bize getirdiği tek şey konfor oldu. Bir tür hayat standardı.

Ve bir de gücü korumak için gereken şiddet araçları. Vahşiler gibiyiz!

Mikroskobu, cop gibi kullanıyoruz.

Hayır, yanlış. Vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor!

Önemli fennî bir buluş mu yaptık, onu hemen kötülüğe âlet ederiz.

Hayat standardına gelince, bir zamanlar bilge bir kişi, gerekli olmayan şey günahtır demişti.

Ve eğer bu doğruysa, medeniyetimiz baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir.”

***

Tarkowsky’nin bir filmini anlatmak, onun bir diğer filmini anlatmaya kalkışmak ile aynı şey olur aslında. Ve hemen bunun yanı başında, eseri müessirinden âzâde bir yerde izâha kalkmak, eseri yarım anlamak ve anlatmak olur. Kurban, Tarkowsky’nin bütün filmlerine serilen “korku”nun gerçekleşmesi ile yüzyüze kaldığı ve tavrının ne olacağını -olması gerektiğini- anlatır.

“Onun bir filmini anlatmak, başka bir filmini anlatmakla aynı” demiştik; burada bir parantez açalım:

Hatibliği ile meşhur Hitler, konuşmalarında hep “aynı şey”den, “tek bir şey”den bahsettiğini söylüyor…

Balzac aslında resim çizer; fakat bunu kelimelere dökerek yapar. Biz de onu okur geçeriz. İnsanlığın resmini çizmeye çalışıyordu ve aslında yapmak istediği bütün insanlığı içine alan tek bir tabloydu.

Einstein’ın belki tek anlatmak istediği –Giovanni Papini’nin tesbitiyle- şuydu; “Bir şey kımıldıyor”… Bu kadar. Ne nötron ne proton ne de kuarklar…

Dostoyevski’nin de yine tek meselesi, şuurunda ve ruhunda derinleşe derinleşe bulmaya çalıştığı şeyi “aramak”tı belki yalnızca. Bütün meselesi bu “arama”nın bitmemesi ve sonsuzluğa doğru sürmesiydi; öldürülen tefeci kadın, Prens Mişkin’in toprak reformu üzerine alacağı tavır yahut Stravrogin’in şeytanvâri planlarını boşverelim.

Shakespeare’in bütün çırpınışı esasında tek bir şey için değil midir: sükût!

Kelimeleri eğdi-büktü, süsledi… O sadece tek bir kelimeyi telaffuz etmek istiyor ve sonra susmak istiyordu belki; bir şekilde htiği ve söyleyemediği tek bir kelimeyi telaffuz için soytarılara en dahiyâne, krallara en ahmakça, hizmetçilere en süslü ve mezar kazıcılarına en derin kelimeleri söyletti.

Van Gogh’un resimleri, hayatının ve içinde bütün insanlık için duyduğu o tek bir ıztırab’ın yanında bir delinin badana fırçası ile rastgele çizdiği saçmalıklar gibi kalır. Van Gogh büyük bir merhamet heykelinden başka bir şey değildi aslında.

Tarkowsky de böyledir, onun bütün filmlerini, sembollerini, yazdıkları ve söylediklerini boş verelim. Sadece şunu söylemek istiyordu besbelli: “Bekliyorum.” Bu kadar.

Bekleyiş… “Büyün hayatım  boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. Bütün bu zaman boyunca, sanki yaşadığım hayat gerçek değil de bir tür bekleyiştir. Hayatı sahici olanı, mühim olanı bekleyiş.”

Adoration of the Magi… Beklenenin müjdelenişi…

***

Alexander: “İnsanoğlunun böyle âlemşümûl bir yapı geliştirebileceğine, bir gerçeklik modeli, tartışılmaz kanunların, mutlak doğrunun modelini oluşturabileceğine inanıyor musun?”

Otto: “Evet, bazen inanıyorum. Anlıyor musun? Bir şeye gerçekten inandığım zaman o şey oluyor. ‘Size verildiğine inanın, sonra o size verilecektir’…”

***

Alexander’ın “küçük adam” diye hitab ettiği oğlu ile bir ağaç dikmesinin görüntüsü ile başlar film. Alexander oğluna bir hikaye anlatır:

“Bir zamanlar, çok uzun yıllar önce bir Ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. Adamın adı, Pamve’ymiş. Bir ağacın yamacına, kuru bir ağaç dikmiş. Aynı bunun gibi. Genç bir öğrencisi varmış. Öğrencisinin adı Ioaan Kolov’muş. Ona, bu ağaç canlanıncaya kadar her gün buraya gelip sulayacaksın, demiş. Ioann, her sabah erkenden bir kovaya su doldurup manastırdan çıkarmış.

Dağa tırmanır ve suyu kurumuş ağacın dibine dökermiş. Akşam olup karanlık çökünce de manastıra geri dönermiş. Bu üç yıl sürmüş. Günün birinde yine dağa tırmanmış ve ne görsün, koca ağacın her yanında çiçek açıyormuş.

Ne dersen de, bir usûlün, bir sistemin kendine göre meziyetleri vardır.

Bazen kendi kendime şöyle derim; eğer biz de her gün tam aynı saatte bir âyin yapar gibi belirli bir davranışı hiç değiştirmeden sistemli olarak yinelersek dünya çok farklı olur.

Bir şeyler değişirdi.

Değişmesi gerekirdi.”

***

O gün Alexander’ın doğum günüdür. Deniz kıyısındaki evine geçer. Necib Tosun’un tesbitine katılarak söyleyelim: Bu ev “tam bir Anton Çehov” evidir, ailesi de öyle…

Alexander, televizyondan nükleer savaşın başladığını öğrenir. Doğum günü, ölüm günü olacaktır; “bütün hayatımca bunu bekledim” der…

Evin içinde gayesizce dolaşır. Ev sakinleri ortalıktan çekildiğinde, salonun ortasında diz çöker ve; “Göklerdeki Ulu Tanrım…

Adın mübarek olsun. İnayetin üstümüze olsun. Yalnız senin dediğin olur. Rızkımızı sen verirsin. Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, Zafer senindir. Âmin. Tanrım! Bu korkunç zamanda bizi esirge. Çocuklarımın ölmesine izin verme. Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir ân bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar. Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar… Onları senden yalnızca senden başka hiç kimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş. Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak. Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahib olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yıkacağım.

Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım.

Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap.

Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvanî duygudan kurtulmama yardım et! Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et. Söz verdiğim her şeyi yapacağım.” diye dua eder…

“Her hediye bir fedakârlık demektir. Fedakârlık olmasa hediye olmaz.”

***

Kahramanının gördükleri bir rüya mıdır, gerçek midir, belli değildir; zaten Tarkowsky’ye göre, “gerçek”, üzerinde durulması ve tartışılması gereken mefhumdur.

“Bu laflardan bıktım artık! ‘Kelimeler, kelimeler, kelimeler’… Hamlet’in ne demek istediğini anladım. Gevezelerden bıkmıştı. Ben de öyle. İyi de niçin konuşup duruyorum. Konuşmayı bırakıp bir şey yapmayı göze alacak -hiç olmazsa- bir kişi çıksaydı. Yahud deneyecek birisi…”

Dünyanın kurtuluşu için Maria’nın yanına gitmesi ve ondan bunu dilemesi gerekmektedir… Otto, “açıklanamayan ama gerçek” hâdiselerin koleksiyoncusu postacı Otto, böyle söyler…

Maria’nın yanına vardığında Maria’nın olanlardan haberi olmadığını görür. Ve Tarkowsky burada Alexander’a, şimdiki medeniyetin ne hâlde olduğunu çok lâtif bir misâlle söyletir:

“Bir bahçenin ortasındaydı.

Küçük bir bahçeydi. Bakımsızdı. Otlar diz boyuydu. Yıllarca ihmal edilmiş bir bahçe. Ve sanırım hiç kimse oraya uğramamıştı bile. Annem ağır hastaydı. Evden çıktığı pek görülmemişti.

Yine de o harab bahçenin ortasında kendine has bir güzellik vardı. Şimdi ne olduğunu anlıyorum. Havanın güzel olduğu günlerde çoğu zaman pencerenin kenarına oturur bahçeyi seyrederdi. Pencerenin yanında özel bir koltuğu vardı. Bir keresinde ortalığı düzeltmeye karar verdim. Yani bahçeyi düzeltmeye. Çimenleri kesip otları yakacaktım.

Ağaçları budayacaktım. Aslında bütün bahçeyi kendi zevkime göre, kendi ellerimle yeniden düzenlemek istedim. Annemin hoşuna gitsin diye istedim. Tam iki hafta boyunca elimde bahçe makası ve tırpanla toprağı kazdım, kestim, otları ayıkladım ve başka otlar ektim. Burnumu topraktan kaldırmadan çalışıp durdum. İşi en kısa zamanda bitirmek için tüm gücümle çalıştım. Annemin durumu daha da kötüleşti. Yataktan kalkamaz oldu. Bense onun pencerenin kenarına oturmasını ve bahçenin yeni hâlini görmesini istiyordum. Kısacası işimi bitirip her şeyi hazırladıktan sonra üstümü başımı yıkadım. Temiz çamaşır, ceket giydim, boynuma kravat bile taktım. Sonra koltuğa oturup aynı onun yaptığı gibi bahçeyi seyrettim. Orada öylece oturmuş pencereden dışarı bakıyordum. Manzaranın tadını çıkarmaya hazırlanmıştım.

Neyse, pencereden dışarı baktığımda gördüğüm şey, başka bir şeydi. O güzellik nereye gitmişti?

O tabiîlik neredeydi? Karşımdaki manzara iğrençti. Her yerde şiddetin izleri vardı! Kız kardeşimin gençliğini hatırlıyorum. Berbere gidip saçlarını, o zamanlar moda olan biçimde kısacık kestirmişti.

Oysa saçları inanılmaz güzellikteydi. Lady Godiva gibi toprak sarısı. Ağzı kulaklarında eve geldi.

Babam onu görünce ağlamaya başladı. Sanırım bahçede de aynı şey oldu.”

***

Alexander kendine geldiğinde ve her şeyin yerli yerinde olduğunu idrak ettiğinde, duasının kabul edildiğini görür ve bedel olarak akıl hastahânesine kapatılır.

Hastahâneye götürülmeden önce, sahilde bulunan evini ateşe verir… Böylece tabiat, insanın “teknik ilerleme” adı altındaki barbarlığından kurtulmuş olur…

Da Vinci’nin tablosundaki gibi, bir yandan yıkılan dünyaya mukabil yenisini inşâ için “baştan başa günahlardan örülü ‘medeniyet’i yıkmaktan başka çare yoktur…”

Film, Alexander’ın oğlunun, filmin başında diktikleri ağacı sulaması ve ardından ağacın altına uzanarak “Başlangıçta ‘söz vardı.’ Neden o, baba?” deyişi ve kameranın ağacın tepesine yaklaşması ile son bulur.

Tarkowsky’nin ilk filmindeki ilk görüntü olan “ağaç”, son filminin de son görüntüsü olur…

Kamera ağaca yaklaştığında, arka planda deniz gözükmektedir. Deniz… Lûgatte “büyük deniz” mânâsına da gelen Kamûs… Kamus ki, “lûgat”… Başlangıçtaki “deniz”, başlangıçtaki “kelâm”; hayat ağacına akseden mânâ…

***

Bir iki istisna hariç; Tarkowsky’nin, bu muztarib dâhî yönetmenin filmografisi yahud sanat anlayışı, sanatçı öldüğü günden beri –hasretle- takibçisini beklemekte.

Kendini insanlık için fedâ edebilen aktör Tarkowsky hâlâ “bekliyor”…

“Şiire ilişkin bütün çabaların ürünü genellikle şairden o kadar uzaktır ki, onun bir insan elinden çıktığına inanmak bile güç olur.

Bir aktörün durumunda bunun tam tersi geçerlidir. Aktörün kendisi, kendi ibdâ ettiği bir sanat eseridir.”

İşte Tarkowsky; eseri hayatı, hayatı eseri olan aktör!

Aylık Dergisi 70. Sayı Temmuz 2010

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir