Ömer Faruk AKMAN’ın kaleme aldığı bu makale Furkan Dergisi’nin 52. nüshasında (Nisan-Mayıs 2015) yayımlanmıştır.
Düşünce aleti olan dil, insanın hayatını idame ettirmesinin başlıca şartlarından bir tanesidir. “Dilsiz hiçbir toplum olamayacağı” da apaçık bir gerçek. Toplumların fikrî keyfiyeti ve bu keyfiyetin temellendirdiği ahlâkî ve içtimaî hayat ile dilin mefhum dağarcığı doğrudan alâkalıdır. Dil olmadan akıl, bilgi, buluş olamayacağı ve dilin sonradan kazanılan bir kabiliyet olmadığı, doğrudan doğruya insanın iç aksiyonunun gerektirdiği ve “içte bulunan” olarak insanda var olması gerektiği anlaşılır. İşte, içte bulunan bu kabiliyet sayesindedir ki çocuk hiçbir dış gayrete ihtiyaç duymadan anadilini konuşabiliyor. “İçte bulunan” diye tanımladığımız dil, nereden bakılırsa bakılsın “varlığın ve varoluşun kökünde bulunan bir dava” olarak karşımıza çıkacaktır ki, bu durumda, başsız ve sonsuz bir derinliğe sahib dilin, “ilk dil” oluşumunun nasıl olduğu, meraklıları için cevaba muhtaçtır.
Her Şeyden Önce Kelâm Vardı
Yine de, oturup mevzu hakkında kitablık dolusu eser karıştırmak şöyle dursun, dil, mevzusunda hiçbir malûmat sahibi olunmasa dahi, yalnız mevcut bilgiler üzerinde kafa yorulduğunda, uçsuz bucaksız ummanlara çeken fevkalade hayret verici bir bahis olduğu herkesçe takdir edilmesi gereken bir husus. Derinlere indikçe, dilin varoluşunun nasıl olduğunu bulmaya yönelten koridora girmek kaçınılmaz olur.
“İlk dil” mevzusunda, «“Kelâm”, taayyün ve belirmek mânâsındadır ve Allah’ın insana “kendi nefsinden üflediğini” bildirdiği ruhun isimlerinden biri de “kelme-i Ehem”dir; öne alınmış söz, sözün öne alınmışı… Demek oluyor ki, meçhulden kurtarılması gereken malûmların başında, “her şeyden önce kelâm vardı!” hikmeti bulunuyor.»(1) izahı, üzerinde durduğumuz meseleye kısaca açıklık getirse de, “her izah, başka bir izaha muhtaç” kaidesince biraz daha açmaya çalışalım.
Tahrif edilmiş kitablarda da bulunan ve Allah dostları tarafından doğrulanan “her şeyden önce kelâm vardı” hikmeti, “bütün meselelerde köküne kadar inme, tecrit anlayışı” neticesinde lisan/dil bahsinde karşımıza çıkan ve VAROLUŞ HAKKINDA “bütün mânâ”yı cem eden bir hakikat. Yalnız bu ifade ile sınırlı olmayan kelâmın yaradılış hikmeti, sahabe efendilerimiz, birçok keşf ehli ve İslâm uleması tarafından mevzu bahis edilmiş ve izah edilmeye çalışılmıştır. Peygamber Efendimiz’in amcası İbn Abbas Radıyallahu Anh’ın haberi şu şekilde:
«Allah’ın yarattığı ilk şey KALEM’dir. Ona “yaz!” buyurdu ve o “ne yazayım ey Rabbim?” deyince, “Kaderi” emrini aldı. Bunun üzerine Kalem, o günden kıyametin kopacağı âna kadar olacak şeyleri yazdı. Allah sonra da “nûn”u yarattı… Ve yeryüzünü onun üzerine yaydı. Bunun üzerine “nûn” kımıldayınca, yeryüzü de hareket etti. Derken Allah, dağları yarattı ve onlarla yeryüzünü sağlamlaştırdı.»
“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız kurtuluşa erersiniz” hadîs-i şerifine muhatab olanlardan birisi İbn Abbas Radıyallahu Anh, bir diğeri Cabir Bin Abdullah El-Ensarî Radıyallahu Anh…
«Cabir Bin Abdullah El-Ensarî, Allah Resûlü’ne başvuruyor:
–Anam, babam sana feda olsun, ey Allah’ın Resûlü, söyle bana, Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?
Şu karşılığı alıyor:
– Allah, her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, kendi nurundan yarattı. Öyle ki, o nur Allah’ın kudretiyle dilediği yerde dolaşır, gezerdi. O zaman ne levh, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne insan vardı!
Sonra şöyle devam buyuruyorlar:
– Allah, âlemleri yaratmak dileyince, o nuru dört parçaya ayırdı: Birinci parçadan KALEMİ, ikincisinden LEVHİ, üçüncüsünden ARŞ’ı yarattı. (…)»(2)
Ruhun İsimlerinden: Kelme-i Ehem
Meçhulden kurtarılması gereken malûmların başında gelen, “her şeyden önce kelâm vardı!” hikmetinin tam mânâsı ile izahı Allah Resûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hadîs-i şeriflerinde mevcut; her şeyden önce “Muhammedî Nur” vardı!
İnsanın özü; ruh. “Öz”, özü olduğu şeyin, tohumun içerisinde bir ağacı barındırması, ağacın oluş programına mâlik olması ve ağacın da tohumu vermesi hikmetine eş; kendinde aradığı sebeb ve gaye hakkında bütün kaideleri haizdir.
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in nuru her şeyden önce yaratılmış ve kâinatın varoluş nizamı bu nurdan; Muhammedî Nur’dan meydana gelmiştir, gelmektedir. Bu cihetle ruhun bir isminin Ruh-i Muhammedî olduğunu beyan etmiş olduk. Şimdi ruhun isimlerinden, mevzumuzu ilgilendiren birkaçına göz atalım:
1- Sırr-ı Âzâm – Bütün, Büyük Sır
2- Menşe-i Ervah – Ruhların Menşei, Kökü
3- Âdem-i Mânâ – İnsanın Mânâsı
4- Ruh-i Ârif – Arif Ruh, Bilen Ruh
5- Ruh-i Natık – Konuşan Ruh
6- Akl-ı Evvel – Baş Akıl, Aklın Kökü
7- Cevher-i Evvel – İlk Cevher
8- Kalem-i Âlâ – Âlânın Kalemi, Allah’ın Kalemi
9- KELME-İ EHEM – Öne Alınmış Söz, (Sözün öne alınmışı)
Akletmek, konuşmak, kalem-yazmak ve dilin ruha-sırra ilişik olması gibi münasebetler de yine “her şeyden önce kelâm vardı” hikmetine ışık tutsa da KELME-İ EHEM ismi tam mânâsıyla mevzuyu aydınlatıyor. Burada, tüm bu yazılanların ve yazılacak olanların hülasası olarak, “İLK DİL, İLK İNSANLA VARDI VE İLK İNSAN İLK PEYGAMBERDİ.” hakikati bizim de mevzuya bakışımızın baş kaidesini oluşturur.
Ruhî Hakikatin Menbaı: Hakikat-i Ferdiyye
“Tecrit hakikati” penceresinden ve usûlünden mevzulara sarkıldığı zaman bütün meselelerin kökenine inme zarureti, bütün ele alışları hakikatin hakikati olarak Allah’a çıkaracaktır ki, varacağımız ve karşılaşacağımız her şey “ruhî” olacaktır. Bir şey gösterin ki, Allah’ın ezelî ilminde bulunmasın. Bu mümkün olmadığı için, bütün “ele alışlar” ruhta nihayet bulacaktır. Bu çerçevede “ruhun ruhla sezilişi” bakımından bir büyük Velî’nin ifadesi mevzuyu izaha yeterli olacaktır: «Lisân, gönlün aynasıdır; gönül, ruhun aynası; ruh, insanî hakikatin aynası; insanî hakikat, Allah’ın aynası… Gaibin hakikatleri bu kadar mesafe ve basamak atlayıp lisana gelir. Orada lâfz şekline bürünüp istidatlıların kulağına erişir.»(3)
Buradan lisânın bu kadar kademe geçmesinden ziyade lisan hakikatinin Allah’a dayanması, yine bu lisânı da tam mânâsı ile kalb ehlinin anlayacağının beyanı, “ruhun ruhla sezilişi” olacaktır ki, “hakikatin ruhla sezilişi” olarak da ele alınabilir. “Hakikatin hakikati” bütün cebhesiyle kul planında Hakikat-ı Ferdiyye yani Peygamber Efendimiz’de toplanmış olması, bütün hakikatlerin O’nda toplu olarak O’ndan tecelli etmesi “ruhî hakikat”in kemalâtını gösterir.
Hadîs-i Şerif’te de buyurulmuştur ki: «Ben bütün nebilere altı hasletle üstün kılındım. Bana kelam ve mânâ toplayıcılığı verildi. (…)»
«Kelam, zaten insan sanatının en büyüğü, insanî sıfat ve mahiyetin ta kendisi»dir.(4) Dolayısıyla insanî sıfat ve mahiyetin örnekleştiricisi olarak Üstad’ın Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem için Gaye İnsan-Ufuk Peygamber terkibi daha bir anlaşılıyor olmalıdır. Yani; O’na yaklaştıkça insan, insandır; O’ndan uzaklaştıkça da değil.
Her Ferd Lisan İçin Birer Gıdadır
Lisanı olmayan hiçbir İNSAN yoktur. İnsanı ifâde eden terkiblerden birisi; Hayvan-ı Nâtık; konuşan hayvan, insan. Buradan hareketle, insanı hayvandan ayıran özelliğin konuşabilmesi-iletişim kurabilmesi değil, “sembolik dil”i kullanabilmesidir. Zira hayvanlar da, bitkiler de konuşurlar, siz buna en nihayetinde “zikrederler” deyin, sonuçta konuşurlar. İnsanlar da konuşurlar. Ancak insanı diğer mahlukattan bu mevzu üzerinde ayıran, insanın sembollerle anlaşabilmesidir.
Lisanı olmayan insan olmadığını ifâde ettikten sonra, bu hükmün varacağı son nokta; her lisanın yaşadığı coğrafyanın tesirleri ile büyüdüğüdür. Lisanların varoluşu ayrı şey, burada sadece BÜYÜR diyoruz. Dilin yaşadığı yerde büyümesi, yaşadığı yerdeki yaşananları bünyeleştirmesi demektir. İnsanın beslendiği gıdaları bünyeleştirmesi gibi, her bir ferdin lisan için birer gıda olduğu düşünülebilir. Gıdalar zararlı ve yararlı olarak ayrıldığı gibi, fertler de lisan için müsbet yahud menfi yönde müteessirdir. Ferdler de sahib oldukları an’ane doğrultusunda yaşadıkları için her lisanın, ayrı ayrı, kedine has özelliklerinin olmasını, yukarıda ifâde ettiğimiz; “her bir ferd lisan için birer gıdadır” cümlesinde bulabiliriz. Burada kelimeleri kök alâkaları bakımından ele alarak basit şekilde bu ifâdelerimizi misâllendirmek, mevzunun zihin dünyamızda kolayca canlanması bakımından uygun olacaktır. “Kalem” kelimesini ele alırsak; Türkçe lügat mânâsı ile; yazı yazma aleti, yazı çeşidi, yazı, daire, büro, sekreterlik, çeşit, cins, aşıcılıkta kullanılan ince dal ve bu dalla yapılan aşı, resim, nakış mânâlarına geliyor. İngilizce lügat mânâsı ile; yazı yazma aleti, kuğu, kafes, kodes, ağıl, kümes, hapishane, yazı üslubu mânâlarına geliyor. Fransızca’ya bakarsak; yazı yazma aleti, kuş tüyü ve kama mânâlarına gelmektedir. Bu çok basit bir tesbit gibi görünse de, herhangi iki dilde aynı mânâya karşılık gelen bir kelime tesbit edin ki, buna ek olarak bütün yan mânâları da aynı olsun. Bu imkansızdır. Bunun sebebi, lisanı oluşturan kelimeleri besleyenlerin, o dili kullanan insanlar olmasıdır. Her insanın kendine has yaşayış ve düşünce tarzına sahib olduğu için bu etki bir tek lisanın, o lisanı kullanan insanlara yansımalarında da görülebilir. Aynı evi paylaşan dört fert, her biri birbirinden farklı olarak, kendine has bir lisana -tabii ortak lisanın çatısı altında- sahib olabilirler.
“Her mevzunun ayrı bir dil olduğu” tesbitinden yola çıkarak da bu meselenin çerçevesini çizebiliriz. Tam bu noktada bir parantez açarak, mevzuyu belli bir hadise üzerinden izaha gitmek uygun olacaktır.
Kemalizm’in fikir babalarından Gustave Le Bon (Gustav Lö Bon)!
«Gustav Lö Bon’a göre, bir toplumdaki fertlerin ortaya koyduğu fikirler, o toplumun mensub olduğu medeniyet ve kültür ortamında yoğrulduğundan ve bu ortam ise, muhtelif toplumlarda farklı bulunduğundan dolayı, TOPLUMDAN TOPLUMA NAKLEDİLEN FİKİRLERDEN FAZLA İSTİFADE EDİLEMEZ. Bilhassa yabancı fikirlerin ithal edildiği toplumun fertleri muayyen bir ilim kapasitesinden mahrum iseler, alınan fikirler o toplumun mahvına sebebiyet verir. Bu husus biyolojide de aynıdr. Gıda olarak aldığımız, faraza sığır proteinini organizmamız aynen kullanamaz. Onu evvela insan proteinine çevirir ve sonra kullanır. Bu itibarla, şayet MÜFEKKİREMİZİN METABOLİZMASI DÜŞÜK İSE, okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan elde ettiğimiz fikirlerin kendisine faydası olmaz.»
Fikirler kavramlarla örülür. Kavram ortaklığı olmayan iki lisan arasındaki alışverişin toplum sağlığı açısından yararı olmaz. “Nur” ve “nefs” kavramlarının Batı tefekküründe yer almayışı buna örnek gösterilebilir.
Harflerin Bilgisi
Bir bütün olarak lisan kelimesinin akla ilk getirdiği şey, her tarafını kaplayıcı keyfî bir âlemdir. Üzerine eğildikten sonra karşımıza çıkan yazı dili, konuşma dili, beden dili vs. hep birlikte muhayyilemize çakan ilk şimşek olan “keyfî âlem”de toplanıyor. Lisan bu “keyfî âlem” olması bakımından masaya yatırılıp lif lif açılmadığı müddetçe, yalnızca hayal âleminin bir üst bölümü olarak, alt bölümlere çatılık etmekten başka anlam ifade etmeyecek, tesbitten öte geçemeyecektir.
Yazıya geçirilen “dil” ile konuşmadaki “dil” birbirinin “aynı” mıdır? “Keyfî âlem”in alt bölümlerinden keyfiyet özelliğinden sıyrılıp kemmiyet havuzuna düşmeleri bakımından -birisi sembol diğeri ses olarak- ortaktır. Yalnız, kemmiyet havuzuna düşmeden ve düştükten sonraki keyfiyetleri bakımından bunlar da “alt bölümlerde” birer âlem belirtirler. Bu durumu “keşf ehli” olarak izah eden Muhyiddîn Arabî Hazretleri, bu âlemlerin “KELÂM” âleminde toplandığını, konuşma dili, yazı dili, beden dili, işaret dili gibi âlemlerin her birisinin “Kelâm” ile ifade edebileceğimizi söylüyor.
Nitekim lügat mânâsından da anlaşılacağı üzere; “Söz: Bir mânâyı ifade eden, bir maksadı anlatan ifâde. Söz; yazıya geçirilmesiyle ve sesle ifade edilmesi ile muhataba ulaştırılan beyân.” Yani, sözün, kalbtekilerin dile yansımaları olduğundan hareketle; beyân, “keyfî âlem”de şuur havuzundan seçilmesiyle keyfiyete bürünür ve dil yahud kalem ile müşahhaslaştırıldığında kemmiyet havuzuna dökülmüş olur. Kemmiyet havuzundaki “dil”e yakından bakarsak; bütün ifade tarzları parçaların gerekli ve yeterli şartlar doğrultusunda bir araya gelmesiyle anlam kazanmakta. Yazıda, sembollerin her birisi yani harflerin her birisi parça olarak, bütün kelimeyi tamamlayıcı mânâ hazineleridir. Yine konuşmada, sadâlar; her harfin okunuşlarının gerektiği şekilde sıralanması ile mânânın ortaya çıkmasını sağlayan sesler. Buradan her bir harf parça olarak, “bütün anlamdan” bir mânâ payına sahibtir. Bu durumda bu mânâları “bilene” bir şeyler ifade ettiğinden, sonuçta böyle bir durumun hakikati ortaya çıkmış oluyor. Her harf, yazıda sembol olarak, konuşmada sadâ olarak kendi mânâ hacminde bir âlem belirtir. Harfler âlemi, bir bütün olan “lisan”ın parçaları ise, insan kendisini ifade etmede bu âlemi araç olarak kullanmaktadır. “Kendini ifade eden insan” gaye olarak -bilerek yahud bilmeyerek- “ruhî muvazene”sini sağlamayı şiar edindiğine göre bunun İbn-i Arabî Hazretlerinin kelâmıyla bütün mevzuyu ihtiva eder şekildeki ifadesi şudur:
“Harflerin bilgisi, (ariflerden) başkasının cahil kaldığı ve bilmeyenlerin gönüllerinin daraldığı bir yerde dolaşır.”(6)
(Lettrisme) Değil, Harflerin Tanzimi
“Harfler âlemi”ne değinirken ifade ettiğimiz; bütün ifade tarzları parçaların gerekli ve yeterli şartlar doğrultusunda bir araya gelmesiyle anlam kazanmakta. Yazıda, sembollerin her birisi yani harflerin her birisi parça olarak, bütün kelimeyi tamamlayıcı mânâ hazineleri. Yine konuşmada, sadâlar; her harfin okunuşlarının gerektiği şekilde sıralanması ile mânânın ortaya çıkmasını sağlayan sesler. Buradan «her bir harf parça olarak, “bütün anlamdan” bir mânâ payına sahibtir» tesbiti, «bu mânâları “bilene” bir şey ifade ettiği» izahına rağmen; harflerin rastgele sıralanması ile bunların bir mânâ ifade edeceği görüşüne kapı aralarsa deriz ki; bu “bütün görülmeden parçaların yerli yerine oturtulamayacağını kabul etmeyen görüşün varacağı mânâsızlıktır”(7) Yalnız Muhyiddin Arabî Hazretleri’nden naklettiğimiz “ariflerden başkasının cahil kaldığı” zümre olarak nitelendirebileceğimiz bu görüş sahibleri, keşf ehlinin tesbitine şahid olmaktan mesafelerce uzak olmaları bir yana Üstad Necib Fazıl’dan aktaracağımız izahı bile anlayamayacak düzeyde olduklarını gösteriyor diyebiliriz:
«Dünyada ne kadar kelime varsa hepsi sayılı, bunların da bütün nisbetleri ölçülü… En korkunç deli saçmasından, en girift ilim nazariyesine kadar, bütün kelime terkiblerinin, evvelden mâlûm, önceden mevcut, hudutlu, dışına çıkılması imkânsız şeyler olduğu… Bundan onbin sene evvel herhangi bir çobanın uykuda sayıklamasından, bundan on bin sene sonra herhangi bir mühendisin kağıt üzerinde düşünüşüne kadar, her şeyin bu daire, bu tılsımlı daire içinde olduğu…»(8) Buradan da anlaşılacağı üzere kastımız, harfleri rastgele yanyana dizerek mânâ ihtiva ettiğini iddia eden “lettrisme-harfçilik” zihniyeti değil, “gerekli ve yeterli şartlar doğrultusunda” harflerin tanzimidir. Şöyle bir misâl verecek olursak; Üstad Necip Fazıl’ın cümlesinde geçtiği gibi, “onbin sene sonra herhangi bir mühendisin kâğıt üzerinde düşünüşü” mânâsı. Bir “A” harfinin on bin yıl sonra ilk kez telaffuz edilecek bir kelimenin ifade ettiği mânâyı tamamlayacağı hakikati! On bin sene sonraki “A” harfi henüz yazılıp, telaffuz edilmediği için, kâinat yaratıldığından beri yazılan, telaffuz edilen “A” harflerinin hiçbirisinin yüklenmediği mânâyı yüklenecektir. Ama yine de yüklenilmeyen o mânâyı yüklenen yine “A” harfi olacağı için bu silsile içerisinde her harf geçmişte telaffuz edilenlerden münezzeh olarak bir “ilk mânâ”ya sahibtir. Bu “mânâ”yı ister bütüne nisbetle “parça hakikati” olarak ele alın, ister İbn Arabî Hazretleri’nin, «Harflerin sırlarından ve hakikatlerinin gereklerinden söz açmış olsaydık el yorulur, kalem yaya kalır, mürekkeb kurur, Levh-i Mahfuz bile olsa kâğıt ve levhalar yetişmezdi.»(9) ifadesinde arayın. Netice olarak; her harfin bir hakikati, bir mânâsı vardır!
Bir Dilin Gerçekleşmesi
Söylenenlerin tesiri bakımından Mevlânâ Hazretleri’nin ifade ettiği; “söz kalbten çıkarsa kalbe ulaşır.” hikmetinden hareketle, sözün, kalbtekilerin dile yansımaları olduğundan bahsetmiştik. İşte buradan hareketle, “keyfî âlem”de şuur havuzundan-hafızadan seçilen söz/kavram bu noktada keyfiyete bürünür ve telaffuz yahud yazı ile “kemmiyet havuzu”na dökülür. Buradan hafızanın-şuur havuzunun oluşuna baktığımız zaman, «insan, dil âletine bağlı bir sezişle çevresini tanımaya başlar ve tanıdıklarını kavramlaştırarak hafızasına yerleştirir.»(10) Şuurumuzdaki seziş, bu kavramlaşmalar üzerinden olduğu için, kendini ifâde etme, yani konuşma; bu kavramların “tanzim edilmiş bir şekilde” telaffuzu ile gerçekleşiyor. Buradan da «kavramların birbirine bağlanarak kafada bir kavram bütünlüğünün kurulduğu sonucu»na(11) varırız ki, bu, “teorik düşünce” demektir.
İşin içine “teori” ve “pratik”in girmesi doğal olarak doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini doğuracaktır. Bütün bunlar “teori” ve “pratik” alanının muhakeme edileceği “Mutlak Dil”in gerekliliğini ortaya koyar ki, diğer türlü “doğru”nun, “iyi”nin, “güzel”in beyânı oluşmaz. “Mutlak Dil”(Kelâm-ı Kâdim-Vahiy) dediğimizde buradan bu dilin tatbiki meselesi ortaya çıkar ki, “teorik dil alanı” olarak ayrıca bakılması gereken bir bahistir. Yalnız kısaca şunu söyleyebiliriz ki; ilk dil, ilk insan ile vardı ve ilk tatbik dili de ilk insanla vardı.
Kaldığımız yerden devam edecek olursak; bu meseleyi iyice açtıktan sonra yine “teorik dil alanı”na bağlayacak bir izahı, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan nakledelim: «Kâinat bir dildir. Ama karanlık ve belirsiz bir dil. İnsan bu dili el yordamıyla anlamaya çalışıp ve yapacağı işler için tâlimat çıkarmaya uğraşır. Ve sır, bütün ifade biçimlerine hep karşı koyacaktır. Bu bir bedahattir. İnsan bu karanlık ve belirsiz dili el yordamıyla anlamaya çalışırken, sır bütün ifade biçimlerine karşı koyuyor. Yani, zaman her yeniyi eskitiyor ve insana eskimeyen yeniye nisbet içinde yaşamasını ihtar ediyor.»(12)
“Eskimeyen yeni” yani İslâm yani “Mutlak Fikir”e tâbi olmanın mecburiyeti ve zarureti ortaya çıktığına göre, “teorik dil alanı”na “ışık unsuru” olacak olan “Mutlak Dil”, halktaki Hakk dili olarak bulunmalıdır. Sırra ilişik olarak, “Mutlak Dil”in halktaki Hakk dili olarak ortaya çıkması “BİR DİLİN GERÇEKLEŞMESİDİR” ki, dilin “olması gerekeni” bu şekilde göz önüne serilmiş oluyor. “İslâm çağlar üstü Mutlak Fikir” ise, bunu zaman ve mekân hususiyetlerini göz önünde tutarak, dil planında tatbiki, “halktaki Hakk dili” olarak zuhur etmelidir. Zira, “halktaki halk dili”nin bizi ne hallere getirdiği malûm.
Parça Dil
«Akıl, insanın kültürel hayat biçimlerini bütün zenginlik ve çeşitlilikleri içinde kavrayabilmemize elverişli bir tâbir»(13) olmadığı için insanı “düşünen hayvan” tarifinin yanında “akıllı hayvan” olarak tasvir eden düşünürlerin insandaki bu acziyeti görmediklerinden bu şekilde bir tanımlamaya gittikleri söylenebilir. İnsanda toplanmış olan faziletlerin onu şerefli mahlûk yapmasına mukabil, en şerli de yapabildiğini, mevzumuz çerçevesine giren izahı ile İmam-ı Rabbânî Hazretleri net bir şekilde ortaya koymuştur:
«Mahlûkatın dahi, en muhtaç olanı insandır. İçinde bulunduğu ihtiyacın şiddeti de toplayıcı olması yolundan gelmiştir. Zira, sair mahlukatın tümüne lâzım olan her şeyle bir bağlantısı vardır. Bu durumu ile, onun bağları, bütün mahlukatın bağlarından çok olmaktadır. Bu bağlantı kurduğu şeylerin her biri, Yüce Mukaddes Zât’tan irazını gerektirmektedir. İşbu anlatılan mânâ icabıdır ki: İnsan, mahrumiyet cihetinden, mahlûkata nazaran pek çok sıkıntıya düşmüştür.»(14)
“Allah’tan mahrum olan neye mâliktir? Allah’a mâlik olan neyden mahrumdur?” hikmetinin alıp götürdüğü diyar; insanın acziyetler diyarı. Öte yandan mâlikiyetler diyarının yolu, O’na mâlik olma ile, O’nunla olmaktan geçmekte. İnsanların kendi kendisi ile olan bağlantısı, diğer mahlûkata göre kat be kat çok oluyor fakat bu hem fazilet hem de şerre vesile oluyor. Bu bahs-i diğer olmakla beraber tekrar temas edeceğiz.
“Akıllı hayvan”dan kasıt; insandaki şuur ve irade olduğuna göre, bunun neticesi olarak görülen dil, yine, insanın diğer mahlûkattan alâmet-i fârikası oluyor. Ancak burada “dil”i yalnızca “bağlantı” olarak ele almanın yanlışlığını, “Hayvan-ı Nâtık, insan ile hayvanın birbirinden farkını ortaya koymaz, zira hayvanlar da konuşurlar” mealinde ortaya koyan ve bizim de daha önce temas ettiğimiz ve kısaca izah etmeye çalıştığımız nokta. Buradan, insanı diğer mahlûklardan ayıran alametin “bağlantı kurmak, konuşmak” değil “bağlantısını” semboller haline getirebilmesinde aramalıyız ki, “SEMBOLLEŞTİREN HAYVAN”(15) olarak ifade edebiliriz.
“Sembolleştirme”nin işaret ettiği “dil”i bir “bütün dil” olarak ele almak, insan dışındaki mahlukatın “bağlantı kurması”nı kabul etmemek ve insanın “konuşma-yazma-sembolleştirerek bağlantı kurma” dışındaki “anlaşma”larını da kabul etmemek olur. Zira “sembollerin” dışında ifade edilen duygular da “bağlantı” kurmaktır. “Duyguların dışlaşması”(16) ve semboller haricinde kurulan “bağlantılar” ciheti gösteriyor ki, dil mevzusu “kainat” mevzusudur. “Dil”i bu şekilde dallandırıp budaklandırarak ele almanın güçlüğü, onu “parça” olarak ele almaya zorluyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi “sembolleştirme” bir “bütün” değil “parça” olarak karşımıza çıkar.
Bu “bütün”ün dolayısıyla “parça”nın hakikati, insanlar tarafından “dil” üzerine düşünmeye başlamasıyla sorgulana gelmiştir. Sorgulayanların ve dikkate alınanların çoğu aklın son raddesinde de bu meseleyi sorgulasalar, bu sorgulamanın müntehasına gidinceye kadar yolda ortaya konan fikirlerle beraber “son radde” de akıl çerçevesinde kalmış, bu “hakikate” bir tanım koyamamışlardır. İslâm büyüklerini ve bu büyükleri dikkate alarak hüküm verenleri müstesna tuttuğumuz bu durum karşısında söylenmesi gerekeni, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden devamla ifade edelim:
«İnsanın bütün yaratılmışlardan daha faziletli olmasına gelince; bu dahi onun camiiyeti (derleyici, toplayıcı veya çekici bir mânâ âlemine sahib olmasının bir) icabıdır. Zira onun mânâ aynası pek tamamdır. Tüm halkların aynalarında her ne gibi bir şey zuhura gelirse; onlar, tek tek insanın aynasında parlar…
İşbu cihettendir ki, insan; Tüm yaratılmışların en faziletlisidir.
İşbu cihettendir ki, insan; Tüm yaratılmışların şerlisidir.
Fazilet tarafında, M…… Aleyhissalâtü vesselâm vardır.
Şer tarafındaysa; Ebu Cehil laini vardır.»(17)
İnsanın “mânâ aynası”ndan yansıyanların dile gelmesiyle ifade edilen tüm hakikatler, Hakikat-i Ferdiyye’nin “kâmil ayna”sından “KALEM-İ ÂL” sıfatı ile “Hakikatlerin Hakikati” olarak yansıyanlarıyla yine İnsan-ı Kâmil Sallallahu Aleyhi ve Sellem’de toplanmıştır.
Dile Psikolojik Bakış
«“Sembolleştirme”nin bağlantı kurmada insanları diğer mahlûkattan aşkın hale getirdiğini ifade ettiğimiz gibi, eğer semboller olmasaydı insanın hayatını biyolojik ihtiyaç temin etme ve çevre ilgilerinden ibaret saymak durumunda kalırdık. Bu durumda, insan, “din-felsefe ve ilmin çeşitli yönlerden kendisine açtığı “ideal dünya”ya bir geçit bulamayacaktı.»(18) “İdeal dünya”nın sınır tanımayan “kendinde keyfiyeti” münasebeti ile, “sembolleştirme”yi, diğer mahlûklardan ayrı tuttuğumuz gibi, “sembolik rolün, bütün insan düşüncesi alanını kuşatan, âlemşümul uygulamaya ait bir ilke olduğunu anlamak gerekir.”(19)
Nitekim, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin, “İnsanın, kendisine lâzım olan her şeyle bir bağlantısı vardır. Bu durumu ile,onun bağları bütün mahlûkatın bağlarından çok olmaktadır.”(20) ifâdesinde belirttiği üzere; “kendisine lâzım her şeyle bağlantı!”
Her ferdin kendi ihtiyaçları ve dünyadaki bütün insanlığın, ferd ferd ihtiyaçlar bütünü, başta ferdin kendi bağlantısı ve giderek “bütün ihtiyaçların bağlantısı” olarak karşımıza “insan düşüncesinin alanı”nı çıkarır. “Sembolleştirmenin âlemşümûllüğü”, dilin “kâinat olması”na çıkar. Kâinatı tanımada başlıca gerekli olanın sırra nüfuz edici dil olduğu, “el yordamıyla anlamaya çalışır” denilerek yukarıda ifâde edilmişti. Eşya ve hâdiseler karşısındaki tutumu, bütün nitelemeleri, kültürü, medeniyeti hep kâinatı tanıma gayesi ile ve dil vasıtası ile yapar insanoğlu. İnsanda bulunan, insanın kendinde var olan başta “ben”in ve sonra çevresini tanıma güdüsü onun tabiî halidir. Bu güdü, dil ile temin edilir. İlk olarak, «çocuklar, bir nesnenin isminin “özel isim” olmadığını, aynı şeyin ayrı dillerde çok ayrı isimler taşıyabileceğini öğrendiklerinde çok şaşırırlar; çünkü nesnenin hangi isimle çağrılıyorsa o olduğunu düşünmeye mütemeyildirler.»(21) İnsanın ruhuna en uygun halin, yani tabiî halin çocukluk devresi olduğunu düşündüğümüzde, “öğrendiğimiz neyse o” anlayışı hâkim. Bunun, “ben” ve “çevre”yi tanıma ihtiyacından geldiğini ifâde etmiştik. Tabiî hâlin bu olması ve ihtiyaçların dil ile karşılanması, dilin insan hayatındaki rolünü bütün açıklığı ile göstermiş oluyor. Bu durumu, beynin sol yarım küresindeki dil merkezinin zedelenmesi neticesinde kişide ne gibi değişikliklerin olduğunu görerek daha net anlayabiliriz: «Beyin zedelenmesi yüzünden konuşmanın yitirilmesi veya önemli bir şekilde zarar görmesinin hiçbir zaman tek başına kalan bir hâdise olmadığı görülmüştür. Böyle bir bozukluk, insan davranışının bütün özünü değiştirmektedir. Konuşamama veya benzeri türden hastalıklara uğrayan hastalar, yalnız kelimeleri yitirmekle kalmayıp, KİŞİLİK YÖNÜNDEN de büyük değişikliklere uğrarlar. Bu değişmeler, onların dış davranışlarında seyrek gözlenebilir; çünkü tam mânâsıyla TABİÎ BİR TUTUMLA davranışta bulunmaya meyil gösterirler.»(22)
Elbette burada kastedilen “tabiî tutum”, çocuklarda gözlenen, “olması gereken tutum” değil, “sembolleştirme”den uzak haldeki insanın bürüneceği “tabiî hal”dir.
“Sembolleştirme” olmadan “ideal dünya”ya adım atamayacak olan insan, dil istidadındaki tabiîliğin bozulmasıyla, yine “ideal”den bir miktar uzaklaşmaktadır. “Afazi hastalığı” olarak bilinen inme ve travma sonucu beynin dil bölümündeki hasarla, dil ile ilgili becerilerin yitirilmesi bu uzaklaşmayı ortaya çıkarmaktadır. “Entelektüel seviye”nin etkilenmediği afazi hastalığında, anlama güçlüğü, adlandırma(sembolleştirme) noksanlığı gibi kişiliğin bozulmasına zemin hazırlayan hasarlar, dil ve konuşma terapisi ile tedavi edilmeye çalışılıyor. Yani bir nevi, uzaklaşma, eski yerine getirilmeye çalışılıyor.
Bu şekildeki hastaları, “kavrayış yeteneklerini yitirmiş olduklarından doğrudan doğruya olgulara, müşahhas durumlara sıkıca yapışırlar. Bu tür hastalar, ancak mücerred şeylerin kavranmasıyla gerçekleştirilebilecek görevleri yerine getirmek gücünden yoksundurlar.”(23) Bu tahlil, günümüz ‘sıhhatli’ insanının bulunduğu makamı da çok güzel tasvir etmekte aynı zamanda. “Eflatun’un ünlü mağara benzetmesindeki tutukluların hayatını” yaşamıyoruz diyenlerin bizzat “sıhhatliyim” demesine mukabil, bunların içinden birçoklarının mücerred şeyleri kavramasındaki “kasdî zorlamaları” onları ne kadar sıhhatli yapar? Üstad Necib Fazıl’ın, «yaşadığımızı sandığımız hayatın üstünde bir hayat var; ama onun bestesini zaptetmeye mahsus akort bizde eksik… Bu eksikliğin adı da –ne tuhaf! sıhhat»(24) demesindeki sıhhat kadar!
Görülüyor ki; dile psikolojik tahlillerle yaklaştığımızda gördüğümüz marazların, sıhhatli şartlarda bizde mevcut bulunması ve bunu tabiî olarak kabul etmemiz, hastanın hastalığını bilmediğinden deva ara(ya)maması gibi bizi ne hallere getirmiş. “Yamyam kabilesinden Sokrat çıkmaz!” diyen yine Üstad…
Faydalanılan Kaynaklar:
1- Salih Mirzabeyoğlu, Dil ve Anlayış (Dil ve Diyalektik), sf. 17
2- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan (Erkek ve Kadın), sf. 22-23
3- Salih Mirzabeyoğlu, Kökler, sf. 148
4- Salih Mirzabeyoğlu, Hakikati Ferdiyye, sf. 20
5- Salih Mirzabeyoğlu, Dil ve anlayış, sf. 29
6– Muhyiddîn Arabî, Fütuhat-ı Mekkiye, c.1, sf. 141-142
7- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sf. 89
8- Necib Fazıl Kısakürek, Siyah Pelerinli Adam, sf. 35-37
9- Muhyiddîn Arabî, Fütuhat-ı Mekkiye, c.1, sf. 153
10- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sf. 161
11- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sf. 162
12- Salih Mirzabeyoğlu, İslâma Muhatab Anlayış, sf. 21
13- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 258
14- İmam-ı Rabbânî, Mektubât-ı Rabbâni, 45. Mektub
15- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 258
16- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 258
17- İmam-ı Rabbânî, Mektubât-ı Rabbânî, 45. Mektub
18- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 268
19- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 261
20- İmam-ı Rabbânî, Mektubât-ı Rabbânî, 45. Mektub
21- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 264
22- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 267
23- Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, sf. 268
24- Necib Fazıl Kısakürek, Kafa Kağıdı, sf. 70

