Müzisyen Murat Taner’le Müzik ve Mirzabeyoğlu Üzerine

Röportaj: Fatih Turplu

MURAT TANER KİMDİR?

1953 İstanbul, Laleli doğumlu olan müzisyen Murat Taner, ilk çocuk ruh sağlığı (pedagoji) profesörü olan dedesi Ali Haydar Taner tarafından dört yaşına kadar yetiştirildi. İlkokulu Şişli 19 Mayıs‘ta, ortaokulu Teşvikiye Işık Lisesi’nde, liseyi Robert Koleji‘nde, üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nde ve lisansüstünü ise İskoçya Stirling Üniversitesi Teknoloji Yönetimi’nde tamamladı ve bu arada uluslararası bankacılık formasyonu kazandı. Beş yaşından beri müziğin çeşitli alanlarında ve enstrümanlarında eğitim alan, kendini yetiştiren, fakat kendisini hâlâ müzik bilimi öğrencisi, kendi ifâdesiyle “şakird-i fenn-i musikî” olarak gören ve bu arada konserler veren Taner, Başbakan Turgut Özal‘a bir günlük danışmanlık yaptı,  ancak 1983 seçimlerinde milletvekilliği, maliye bakanlığı ve başbakan danışmanlığı yapma teklif ve imkânlarını reddedip, kendisini tamamen bilime, sanata, dinler tarihine ve müzik alanlarına hasretti. Caz üstadı ve Free Jazz’ın babası Ornette Coleman ile tanışmak, Gretsch gitarlarının üretimini yeniden başlatmak ve Amerika’nın ruhunu anlayabilmek için sokakta yaşama kararlılığı ile Manhattan-New York‘a gitti, Coleman ile dost oldu ve müziğini iki sene orada icra etti. Gitarı sedef ve manda boynuzu pena, tambur ve udu ise kartal teleği (tüyü) mızrabla çalıyor. Gitarıyla 50 senedir Blues ve Free Jazz, ud ve tanburuyla 6 senedir Osmanlı musikisi çalıyor, kontrbas ve davulun yanı sıra, trombon, saksofon ve zurnayla ise 20 senedir bu müziklere eşlik etmeye çalışıyor, 58 yıldır şarkı söylüyor, kafasındaki müziği yapmak için 16 yaşından beri tam 33 senedir yürüttüğü özel çalışmalarının neticesini almaya başladığına inanıyor. Şu ân, bir yandan müziğini icra ederken, diğer yandan da organik tarım, geleneksel tıp ve dilbilim alanlarıyla ilgileniyor.

***
 

Müzik, direkt ruha hitab eden yanı itibariyle çok mühim. İnce duygudan derin fikre, alelâde ticarî sevkten yüksek gayelere, mücadelelere, hatta savaşlara kadar her yerde, her köşebaşında müziği görüyoruz. Siz ne dersiniz?

Savaş, bunların hepsi ruhî yahut psikolojik savaştır. Mesela; müzikte şöyle bir şey var, her şeyden önce sesle yapılır. Ses ne?

Sesin kendisi…

Sesin kendisinin belli birtakım fizikî özellikleri var. Ses üç şekilde üretilir, başka türlü üretilmez; vurarak, yayla çekerek, üfleyerek. Başka türlü tabiatta ses üretemezsin. 1940’larda synthesizer denen şeyle, bu üç yöntemin dışında bir şey ürettiler. Kulak onu duyuyor ve ona ses dediler. Özelliği aynı olmayan şeye, aynı ismi verdiğin vakit kavram kargaşası çıkarırısın. Synthesizer’ın ürettiği ses denen, ama biz ses demeyelim ona vızıltının fiziki özellikleri milyonlarca, milyarlarca yıldan beri, insandan önce bile varolan sesin, fiziki özelliklerinden farklı. En basit iki tane özelliği öbür seste duyduğumuz ve duymadığımız alt ve üst armonik denen bir şey var, ama bunda yok. Çünkü bu insanın ürettiği bilgisayar içerisinde bir şey olduğu için, bilgisayarın kapasitesi belli bir şeyde olduğu için, sonsuz sayıda alt ve üst armoni bilsen bile yükleyemezsin. Dolayısıyla onu dinlediğin vakit duyduğun şey kasıyor insanı; ferah değil, bir. İkincisi, yine insan yapısı saat var, bilgisayarların içinde ritim ayarlıyorlar. İnsan yapısı her şey gibi, bu da hata payıyla çalışıyor. Oradaki üç kuruşluk şeyin de muazzam bir hata payı var. Ne yapıyor bu? Bir tane buluşu burada yapıyor, ikinci buluşu diyelim ki 100’de yapacağına, %1 hata payıyla çalıştırdığımızı varsayarsak, ya 99’da ya 101’de yapıyor. Çok basit bir şey söyleyeceğim size, bilmem hiç seyrettiniz mi? Teknomüzikle sallanan insanların hiçbiri çift olarak dans edemez. Gösteriyorlar dikkat ediyorum 15.000 kişi var, hepsi yalnız başına sallanıyor. Uymuyor. Ama bunu finanse ediyorlar, dayatıyorlar. İşler o kadar ağır. Şimdi diyeceksin ki “sen kafayı müziğe takmışsın”, evet ben kafayı müziğe taktım, niye müziğe taktım? Çünkü yok! Ben mühendisim, ekonomide bilmem ne sayılırım, şunu yaparım, şunu ederim… Bir baktık olay bu değil, olay daha yukarıda bir şey yakalamak.

Yani direkt ruha hitab eden, ruha tesir eden şeyler var.

Geçen gün yeni bir tesbit yaptım, not aldım. Bende çok enteresan bir şey olmaya başladı, ama bu genelde bazı müzisyenlerde vardır. Siz bana bildiğimiz bir parça çalmamı söyleyin, ben o parçayı çalarken bambaşka şeyler düşünebiliyorum. Hiç alâkasız, ne çaldığımı unutarak düşünebiliyorum. Kardeşime sordum, biraz böyle konulara meraklıdır, “beyin aynı ânda iki şey düşünebiliyor” dedi. Bence düşünemez. Ben bambaşka bir şey düşündüğüm için demek ki “müziğin düşünceyle hiçbir alâkası yok.” Siz bana deyin ki Mustafa Çavuş-Fırsat Bulsam Yâre Varsam, çalayım ben onu ve o sırada ne istersem onu düşünürüm, ama vücud çalıyor onu. Tamam ben onu biliyorum, öğrenmişim ama neresi öğrenmiş o belli değil, kalb mi, beyin mi?

Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na yapılan telegram elektromanyetik işkence var biliyorsunuz. O Telegram kitabında bu mevzu geçiyor, diyor ki: “Aynı ânda beynime birkaç şey düşündürtmeye çalışıyorlar…”; muvazenesini bozmak için, aynı ânda…

Kardeşime sordum mesela; şunun üzerine düşün bakalım dedim. Şunu demek istemiyorum ben, çok nanosaniyelik şeylerle şunu düşündüm, bunu düşündüm değil; çünkü müzik devamlı olan bir şeydir.

Müzikteki akış…

O akışta zaman sonsuz aslında.

Zamanın üstüne çıkıyor.

Evet. O oluyor bende. Dediğim gibi sabahları ben çok erken kalkarım, bir bakıyorum 20 dakikadır ben neler çaldım, hangi parçaları çaldım, bu arada neler düşündüm?

Transandantal dedikleri şey de var tabiî… Mesela adam içki içiyor kendinden geçiyor, bir tanesi zikir yaparken kendinden geçiyor; transandantal yerine göre değişiyor… Size verdiğim kitaba -Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Erkam isimli kitabı- göz atabildiniz mi?

Göz atmak değil; başucu kitabı yaptım. Çünkü o öyle okunulacak bir kitab değil. Yani baştan başlayıp tâ sona kadar okunacak bir kitab değil; defalarca, döne döne okuyorum. Bir şey soracağım Mütefekkir hücrede değil mi?

Mütefekkir Mirzabeyoğlu, 1997’de gözaltına alındı.

Yani elinde kitab, kütübhane falan var mı?

Onu söyleyeceğim, bu kitabların birçoğu içeride yazılmış. Kitab var ama üç kitab uygulaması var orada; sadece üç kitab veriyorlar. Tek kişilik hücrede, zaten telegram seansının yapılabilmesi için de bir nevî öyle bir yerde olması lâzım.

Orada birtakım şeyler öyle örtüştü benim düşündüğüm şeylerle; aynen kafamdan geçen şeyleri okudum. Yatağımın yanından hiç ayırmıyorum, açıp açıp okuyorum. Ebced hesabını pek bilemediğim için o kısımları pek anlayamadım, ama onun dışındaki kısımlar çok önemli.

Zaten orada Salih Mirzabeyoğlu’nun şu bakışı önemli; o kitabı yazarken “ben matematikçi değilim, ben burada usûl gösteriyorum, nasıl yaklaşılması gerektiğini gösteriyorum” diyor.

Ben üniversitede çok ileri seviyelerde matematik okudum ve sevdiğim bir şey matematik. Çok matematik zekâm yok benim, onu kabul ettim. Benim çok parlak arkadaşlarım oldu. Kardeşim, o da epey matematik okudu. Şöyle meşhur bir formülüm vardı benim, tesadüfen Matematiğin Kültürel Tarihi diye bir kitab geçti elime ve benim formülüm hakkında şöyle bir kitabla karşılaştım.

“Hakkında” derken, ona atıf yapılarak mı?

Hayır. E üzeri i pi eşittir sıfır diye bir formülü var (Öyler)’in. Bu formülü ben gördüğüm ânda, e sayısının ne olduğu hakkında bir bilgim var, i sayısının ne olduğu hakkında bir bilgim var, pi sayısının ne olduğu hakkında bir bilgim var. Bunlar nasıl bir araya geliyor da birleştiği vakit sıfır oluyor. Şu ânda Koç Üniversitesi rektörü olan Atilla Aşkar, benim üniversiteden matematik hocamdı. Üniversiteyi bitirdikten 5-6 sene sonra gittim, aynen şöyle bir konuşma oldu aramızda: “Hocam, bu formüller Tanrının isbatı olarak kabul edilebilir mi?” dedim. “Olabilir” dedi. Okuduğum vakit, “mistiklere çağrı yapan formül budur” diye de bitirdiği vakit; tamam dedim olay budur. Resme ilgim vardır benim. Bıraktım resmi, 16 yaşında karar verdim resimle müzik arasında ve müziği seçtim. O günden beri resim yapmamıştım. Geçen yaz karar verdim, “yapacağım” dedim. Tuvaller, boyalar falan hepsini aldım, fırsat olmadı. Sadece bunun resmini yapacağım. Yani bu paragrafı böyle koyacağım ve arkasını boyayacağım. İnsanlar şu hengâmeden şöyle bir uzaklaşsın, bir bakın, başka olaylar var dünyada.

Bunu yapsanız da biz dergimizin girişinde kullansak olur mu?

Tamam nasıl arzu ederseniz. Geçen sene aldım elime, bir de resim tartışması vardı. Ben resimle 80’li yıllarda çok ilgilendim. Şöyle ilgilendim, bir ressam finanse ettim, karakalem yapıyordu, onu yağlı boyaya başlattık falan. Kabul edildi. Yani piyasada şu anda önemli bir ressam olarak kabul edilir. Sonra başka bir arkadaşın resimlerini tanıtmak için… Yani ressam olarak değil de, galeri camiasıyla ressamlar arasında bir köprü kurmak falan. Resim nedir falan gibi olaylara girdim.

Mütefekkir’in de resim sanatı üzerine bir kitabı var. Kendisi aynı zamanda çizer de!..

Bir gün oturdum, birkaç tane şeyi aldım, bunlar resim midir, değil midir falan. Çünkü resimde yazı olur mu? Mesela Bedri Baykam yaptığı vakit resim oluyor yahut yazıyor Bedri Baykam. Tamam dedim Bedri yazıyorsa biz de yazıyoruz, gerisi de bu falan gibi…

Mütefekkir de mücerret, müşahhas  değil de daha çok İslâm estetiğiyle mücerrede, zihni müşahhastan tecrid eden resimlere daha çok önem veriyor. Mesela bir resminde de öylece harfler var sadece; ama harflerin olduğu belli olmuyor.

O resmi gördüm ben daha önce. Aylık’ta çıktı mı daha önce?

Evet çıktı. Ayın harfinden iki göz yapılmış, Arabça’da ayın göz demek zaten. Birebir o harflerin insan sûretiyle alâkası var. Resim zaten sûret demek. Müthiş şeyler bunlar; resimde yazı olur mu derken… Picasso’nun ünlü bir fizikçiyi çizdiği bir resim var gördünüz mü? Daha önce bu mevzuları konuşmuş olsak hepsini temin eder getirirdim. Orada kafa resmi var sadece, portre; fakat hiçbir şey yok; resim, çizgi, boya, fırça yok. Karakalemle yapmış, formüller var resimde; ama öyle bir çizmiş ki, formüllerden adamın kafası çıkmış ortaya. Sadece formüller yazıyor resimde; ama o fizikçiyi, o tarz çizdiğin zaman müthiş bir şey oluyor; herhangi bir şeyi değil de.

Mesela, (Öyler)’in formülü için de kitabı yazan “hiyeroglifvarî güzellik” diyor. Ben insanlara diyorum ki: “Eğer ilk bakışta bunu anlamıyorsanız, herhangi bir ansiklopediyi açın e maddesini okuyun, i maddesini okuyun, pi maddesini okuyun. Zaten onları okuduğunuz vakit bir dakika demeye başlayacaksınız. Ondan sonra, bunların üçü bir araya geliyor da bunu nasıl oluşturuyor diye düşünmeye başladığınız vakit, zaten Beşiktaş’a kim antrenör olacak falan önemsizleşiyor.”

Mütefekkir’in matematikle alâkalı olan Erkam kitabında da, zaten dikkat ederseniz, O’nun bütün eserlerinde şöyle bir şey var: “estetik” mesela, orada kaba saba formüller değil de işin estetik biçimi. Nasıl yaklaşılması gerektiği…

Bana çok ilginç gelen şeylerden bir tanesi; ben Furkan Dergisi’nin bazı sayılarının estetiğini hiçbir yerde bulamadım. “Helal olsun” diyorum. Furkan’ı da almaya imkân yok, Fatih’e gitmek lâzım.

Dergi vesilesi ile Mütefekkir de görür bunları.

Vallahi çok sevinirim ben de. İddialı değilim pek resimde. Bir de bunu yaptım, renkli fotokopisini çektim. Güzel bir şey çıkabiliyor ortaya. Bunlardan dağıttım insanlara. Bir de şöyle bir şey yaptım, burada diyor ki “en önemli beş matematik terimi” ama artı ile eşit işaretine saymamış. Onlarla ben yedi dedim.

Fakat şu var, insanlara veriyorum diyorum ki “birisi bana şunu söylesin; ya sen burada bir değişiklik yapmışsın; ama burada ‘esetetik’ demiş ‘estetik’ yerine, bunu niye düzeltmedin?”; insanlardan bekledim bunu.

Herhangi bir insan şuuraltında ne kadar derinleşirse veya derinleşen bütün insanlar aynı şeyde buluşur. Puccini’nin Turandot’una tesadüf ettiniz mi?

Dinlemişimdir. Çok meşhur tabiî.

Kişiye göre, mizaca, algılayış biçimine göre değişir de; Üstad Necib Fazıl bir eserinde, meâlen, “Zonguldak’ta müfettiştim. Atla geziyordum, baktım harabe bir ev. Girdim içeri baktım kimse yok. Baktım bir taş plak. Puccini’nin Turandot’u. O müzik öyle bir geldi ki o ân; sanki mezardan bütün kemikler fırlamış, mezardaki bütün insanlar ayağa kalkıyor gibi metafizik buhranlar hissettim” diyor.

İcradan icraya çok fark edebilir. Bu konuda bana çok enteresan gelen bir şey var. Ben epey sene evvel “ya bu adamlar niye do diyez majörde yazıyorlar?” dedim.  Dediler ki “o parça o tonda daha iyi tınlıyor.” İyi güzel de adamların notaları tanımlayışı değişti. Mozart zamanında la 420 frekansmış, şimdi 444 devamlı yukarı çekiyorlar. Bugün mesela do majör çaldıkları aslında, yarım ses yukarı do diyez.

Başka bir ifadeyle bizim bugün Mozart diye dinlediğimiz Mozart değil.

Değil. Bir de şu var. Sazlar değişik, teller değişik.

“Edoferon”u duydunuz mu? Profesör doktor Edip Büyükkoca. Bundan 20 sene evvel Milliyet Gazetesi aldım. Bir haber. Cuma günü Uğur Dündar’ın programında kıyamet kopmuş. Yıldız Üniversitesi Kimya Mühendisliği Fakültesi öğretim üyesi Edip Büyükkoca diyor ki “ben birtakım çalışmalar yaparken bir şeyler buldum. Onun sonucu olarak bir şey yaptım ve ölüm hariç her şeye iyi geliyor.” Uğur Dündar bunu “Vay sahtekâr, sen şarlatansın” falan. Bunun üzerine Milliyet Gazetesi Edip Büyükkoca’yla konuşmuş. Bir okudum, adamın söyledikleri çok mantıklı. Aradım, arkadaş olduk. Star Televizyonu’na gittik. Arda Uskan yetkiliydi. Koray diye bir arkadaşla beraber. Uyardık dedik ki: “Bakın bu işin sonunda ölüm var, sonuna kadar götüreceksiniz, işin içine girin.” Bir çekim yaptılar, yarım saatlik bir program, yine kıyamet koptu. Antalya’dan taksiyle kanser hastaları falan geldi, ikincisini çekemediler programın. Tehditler falan geldi. Bu “edoferon”u ben kullandım.

Tam olarak ne?

Maalesef bilemiyorum. Edip hoca her yerde kolaylıkla bulunabilen aspirini alıp, belli bir işlemden geçirdikten sonra bu hâle dönüştürüyor. Bu alet insanın kendi bağışıklık sistemine doping yapıyor, başka hiçbir şey değil. Hastalıkla insan vücudu kendi bildiği şekilde mücadele ediyor. Bu bir ilaç değil; ilaç bağışıklık sistemini güçlendiriyor. İnsanlar üzerinde denedim, sonuç aldım. Veterinerlerin kesin ölür dediği hayvanları bir dozda ayağa kaldırdım. Uğur Dündar bizi mahkemeye vermiş. Kadıköy Adliyesi’ne gittim, her şeyi uzun uzun anlattım, sözümü bitirdim. Uğur Dündar kalktı “reddediyoruz ifadeyi” dedi. Bu şu demekmiş, öyle bir ifâde yok, biz öyle bir şey söylemedik. 6 ay sonra Edip hoca kalb krizinden, 47 yaşında vefât etti. Beni tehdit ettiler. Bunlar unutulmasın. Deney yaptılar Gülhane Tıb Akademisi’nde, kanserli farelere “edoferon” verdiler, fareler ölmedi. Sonra bu deneyi reddettiler yapmadık diye. Yani bir Türk’ün ilaç yapmaya hakkı yok; yaptırmıyorlar.

20 sene evvel (Maria Trabbang) diye bir hanımın -ki orada da üç kağıt- şu Ruh ve Madde Yayınları denen adamlar, telif ödememek için Suzanne Köhler diye bir isimde Tanrının Eczanesinden Sağlık diye bir kitabını yayınladılar. Orada İsveç İksiri diye bir şey var, her şeye iyi geliyor, ben İsveç’e giden bir arkadaşa aldırdım bunu, elimi yaktım biraz önce, siz de gördünüz, sürdüm geçti,  hiçbir şey kalmadı. Diş ağrısı, katarakt, depresyon, aklınıza ne gelirse hepsine iyi geliyor. Mevzu şu; bundan 10 sene evvel Sezen Aksu problemlerini İsveç İksiri ile çözdüğünü yazdı. Tıb doktorlarımız bırakın tavsiye etmeyi, İsveç İksiri’nden haberim yok diyor bana. Rahmetli annemde kemik erimesine bağlı mikro kırık oluştu bacağında. Alçıya aldılar, sonra çıkardılar, bacağında iki ödem oluşmuş. “Önemli değil, iki haftada geçer” dediler, iki tane ilaç yazdılar. İki hafta geçti değişiklik yok, bir iki hafta daha yine bir değişiklik yok, ilaçları değiştir yine yok, doktor değiştir yok. İki hafta derken yedi hafta oldu, aynen duruyor. “Müsaade et şunu bir deneyelim” dedim. Pamukla ödemin üzerine sürdüm. Tıbbın iki hafta deyip de, yedi haftada geçiremediği şeyi 23 dakikada geçirdi. Mühendis olduğum için deney gibi hemen saati kurdum. Katarakt ameliyatına gerek yok mesela; başlangıçtaysa göz kapaklarına sürün, çok ileriyse bir damla damlatın diyor. Alkolle yapılıyor, iki hafta güneşte durunca alkolü uçuyor zaten. Alkol alamayacak durumda olanlar elma sirkesiyle yapabilir diyor. 20 senedir kullanıyorum ben. Geçenlerde Tarım Bakanlığı, bitkilerini yasaklamaya kalkmış. Allah’ın bitkisini, kula yasaklamaya çalışıyorlar. Bu çok ağır bir durum.

Yasaklamasının sebebi nedir?

Doktorlara iş kalmayacak. Bir de bu semptomları gidermez, tedavi eder. İsveç İksiri denilmesinin sebebi de bu formülü bulan adamın İsveçli bir profesör olması. Bu adam 104 yaşında attan düşerek ölmüş. Kitab “sabahları bir çay kaşığı yarım bardak suya koyup, suyu yudum yudum 10 dakikada içerseniz, vücudunuza hastalık gelmez, çok uzun yaşarsınız” diyor.

Bu tür şeyler varken, yapılanlara tıb terörü diyebilir miyiz?

Daha vahimini söyleyeyim. Benim anneme işkence yaptılar. Acıbadem Hastanesi’ne gittik. İlk mikro kırık belde oldu. Hemen aldılar MR çektiler, tomografi çektiler. Doktor kılıklı bir tanesi çıktı “kanser her tarafı sarmış” dedi. “Deli misiniz? Ben kanser araştırması yaptım öyle bir şey yok” dedim. Bir hafta hastanede kaldık. Her gün MR çekeceğiz diye alıyorlar, kadın kıpırdayınca inliyor ağrıdan. Bir hafta boyunca işkence yaptılar. Birinci haftanın sonunda röntgen çekmeye karar verdiler, röntgende bir baktılar kırık besbelli gözüküyor. Tedavisi ne? Korse takılıyor 30 gün sonra, kadının hiçbir şeyi yok. Sigortamız vardı. Mehmet Ali Aydınlar denen kişinin şöyle bir şey söylediğini bana bir yakını söyledi: “Buraya gelen hastanın MR’ını, tomografisini, bilmem nesini çektirmeden gönderen doktoru işten atarım.” Pastahâne zinciri gibi hastahâne zinciri kurmuş adam. Terör falan değil işkence…

Üçüncü bir olay daha var. Kas erimesi diye bir hastalık var onu taktım kafaya. “Üzerlik otu” diye bir şey var. Aktara git al, her yerde var. Onu sirkede kaynatıyorsun, sirkenin yarısı uçana kadar. Çok acıymış içilmiyor; ama zayıflayan uzuvlara sürdüğünüz zaman kuvvet verdiği söyleniyor. Birkaç sene önce yürüyemez hâle geldim. Yaptım bunu, iksirle beraber sürdüm. Geçenlerde gazetede çıktı, kas erimesinden ölüyor çocuk. Doktoruna ulaşamadık. Kimse fazla ilgilenmiyor. Haber yapıyor, haberi kovalamıyor.

5 dakika formaliteden üzülüyor. Sonrası yok…

Denedim ve bu üçünün sonuç aldığını biliyorum.

Tolstoy’un Kroyçer Sonat isimli eserinde geçiyor ve  Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu onu misal vererek soruyor: “Bir adamı hipnotize ederek, birisini öldürtmek suçsa, insanlara bu kadar kötülüğü yapmak niye suç değil?”

Bu kasıt… Şuursuz yapmıyorlar bu işi…

Günümüzdeki pop müzik, arabesk vesaire; pop müzik 90’lardan sonra çıktı, o bir tarafa ama, bir arabesk kültürü var ki; bir ezilmişlik, bir aşağılanmışlık, bir itilmişlik psikolojisi var.

Telegram nasıl savaşsa, bu da öyle bir savaş. Yalçın Küçük Hoca’nın bir lafı var “bir toplumu kontrol etmenin en kolay yolu kültürünün beğeni seviyesini aşağıya indirmektir.” Müzik en kolayı… Müzik kulağa hitab ediyor, kulak kendini kontrol edemeyen bir organımız. Kulak aynı zamanda denge unsuru, sen kötü sinyal gönderince adamın dengesini dağıtıyorsun. Bu şuurlu yapılıyor.

Denge unsuru dediniz de, biz kimseye anlatamıyoruz bunu, Mütefekkir’e elektromanyetik sinyaller gönderilip, ses, görüntü yoluyla delirtmeye çalışıyorlar. Kimseye anlatamıyoruz derken; anlayan anlıyor, bazısı anlamamazlıktan geliyor.

Amerikalılar Irak’ta rap dinletip işkence yaptılar. İddia ettim senelerce, benim arkadaşlarım bu rap’i Türkiye’ye sokan adamlar, dedim ki “gelin, yiyorsa üç gün size dinleteceğim.” “Yok dinlemeyiz” dediler.

Eski Yunan’da müziğin kaideleri o kadar sertmiş ki, bir enstrümana başka bir tel takmaya çalışan idam edilirmiş…

Mesela 20 sene önce Müjdat Gezen Beyefendi plastik deriyle darbuka çaldı. “Ne yapıyor bu adam, ayıb değil mi?” dedim. Herkes plastikle çalıyormuş. Plastiğin titremesi başka, derinin titremesi başka… Cumhuriyet Dönemi’nde müziği de tekellerine almak için konservatuar açtılar.

Bununla alâkalı bir şey söyleyebilir miyim? Sinan Çetin’in çektiği bir video klip var, seyrettiniz mi bilmiyorum. Saz çalıyorlar bir köy evinde, jandarma giriyor içeri, “ne çalıyorsunuz” diyor. “Halk türküsü” diyince “yasak” cevabını alıyorlar. Bu klip şunun için çekiliyor: Türkiye’deki bütün radyolarda ve her yerde 1939 yılında Türk Müziği yasaklanmış. “Ne çalacağız?” diye soruyorlar. “Bundan sonra bunlar çalınacak, Beethoven, Mozart..” vesaire sayıyor. Şunun için söylüyorum Türk Müziği yasaklanmış.

Orada daha enteresan bir şey daha var. Batı Dünyası bile 1750’ye kadar tabiî sesler denilen, ses sistemini kullanıyormuş. Mesela rüzgâr esiyor, kamışı titreştiriyor bu ses. İnsan olmasa bile bu ses çıkıyor. Türk Müziği’nde tambur sapında kendini ifade eden, bu perde sistemi ortaya çıkıyor. Bu sesler “tabiî sesler”. Batı klavyeyi geliştirdiği vakit, klavyede oktavın bir insan elini kapsaması lâzım. Türk Müziği’nde temel 17 ses olduğu varsayılıyor. 17 tane tuş sığmıyor insan fiziğine. Bunu 12’ye düşürüyorlar bu yüzden. Mesela do diyez tabiatta yok, do diyezin biraz altında ve biraz üzerinde iki tane ses var. Bunların hepsi Türk Müziği’nde var. Bunları reddediyoruz biz ve bunu Batı’dan alıyoruz. Notalar öğretildiği gibi değil.

Tamamen mekanik diyebiliriz.

Batı şimdi dönmeye başladı. Rönesans Müziği’ne bakarsanız sazlarındaki sesler bizimkiler gibidir. 1750’lerde geçilen sistemden Batı bile vazgeçti.

Şuna benziyor; şimdi bakıyoruz evlerin hepsinde pvc var. Batı şimdi farkına varmış pvc’nin zararlarının, ahşab yapıyorlar. Biz hâlâ ahşabı yıkıp pvc yapmaya uğraşıyoruz.

Ben birkaç sene evvel bir dergide bir yazı okudum. Çok zengin Fransız bir hanıma soruyorlar “Nerede yaşamak istersin?”. “İstanbul’da bir ahşab evde” diyor, bu kadar…

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, açın telefonu, birisine bağlarken arada bir şey çalıyor. Açtım telefonu “size senede bu kadar vergiden gelir geliyor, o kadar opera sanatçısı getiriyorsunuz, bari onu dinletin, imkânınız mı yok? Bize niçin bunu dinletiyorsunuz?” dedim. Üç senedir ihtar ediyorum, değiştirmediler. Bana deseler ki “bize telefon açan adamın psikolojisini bozmak için bir şey dizayn et.” Bundan fazlasını gerçekten yapamam. Sözlü ikaz ettim, “yazılı gönder” dediler. Yazı gönderdim, üç senedir değiştirmiyorlar.

Biz gıda terörü, tıb terörü, müzik terörü; terör diyoruz ama başka bir ifade de bulunabilir.

İşkence…

Bütün bu işkencelere mukabil, bunlar çözülemeyecek şeyler değil, çok basit formüllerle çözülebilir.

Bu adamlarda şu var “eskiden hayat 35 seneydi” dalan diyorlar. Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa 97 yaşında kafası kesilerek öldürüldü. Mimar Sinan 97 yaşında… Şu anda 97 yaşında çalışabilen bir adam var mı? İnsan vücudunun 300 yaşına kadar yaşayabileceğini iddia eden adamlar var.

Birkaç sene evvel oturmuşuz, valide ile beraber… Tezhib sanatı hakkında bir program var televizyonda. Ben Batı resminde falan önde gelen adam sayılırım falan bilmem ne… Tezhib tam olarak ne? Bir baktım tezhib şuymuş: Kur’an’ın çevresine yapılan süsleme veya ayetlerin çevresine yapılan süsleme; başka bir şey değil. Tezhib buymuş. Bir hanım profesörden Fatiha Suresi’ne tezhib yapmasını istemişler. “Bu iş şöyle olur: önce bir tefekkür alırsın, önce bir kavrarsın, ben neyi yapıyorum, ne yapıyorum?” demiş. Görenlerde, cennetin kapısından girdim, hissi uyandırsın istemiş. Çok ince bir sanat, muazzam ince fırçalarla yapılan bir sanat. Ben Batı resmini bildiğini iddia eden bir insanım, yaklaştırınca, Batı resminde bu kadar muhteşem bir şey görmediğimin farkına vardım. Aynı anda fonda ud çalıyordu. Bana “ne bu çalan?” diye sordu. Benim annem Cumhuriyet kızı, hayatını çaldılar, ud sesinin kıymetini bilemeden gitti. Tezhib sanatını bilemeden gitti. Ayıbtır!

Öyle bir kültürel mirastan gelmesine mukabil.

Ki “annem de ne güzel ud çalardı” diyor. 20. yüzyılın başına kadar kadınlar çalarmış udu, bu yüzden 20. yüzyılın başına kadar yapılan udlar küçük. (derin bir of çekiyor)

Nevres Bey vardı.Konserinize Geldiğimizde çalmıştınız.

Bakın, ben Batı müziğiyle büyüdüm. Tek bir nota Türk müziği çalınmadı evde. Son birkaç senedir Türk Müziği’ne merak saldım. Birkaç ay evvel Safiye Ayla ismini biliyoruz da hiç görmedim, kulağımda hiçbir şey yok. Televizyonda gösterdi. “Bu muymuş falan derken” ilk anda, parça bir değişti; “vay olaya bak falan” dedim. Gittim bir tane Safiye Ayla cd’si buldum. TRT’nin çıkarttığı bir arşiv dizisinden. Melodilerin güzelliği beni ve dinlettiğim herkesi çarptı. Kime dinlettiysem çok beğeniyorlar. Daha enteresanı, hiç kimsenin haberi yok. İnternetimiz falan her şeyimiz var; ama mesela Tamburi Mustafa Çavuş’u bilmiyoruz.

Bu röportaj yayınladığı zaman bir çok insan bu ismi ilk kez duymuş olacak.

Vezir Kemal-i Nevres Paşa…  Müzikleri var,  biliniyor, hatta sabahtan akşama kadar çalınıyor. Benim konser verme amacım ilgi çekmekti bunlara, herhangi bir kazanç falan aklımın ucundan geçmedi.

O tip bir şeyden kâr elde etmeye çalışsan zararlı çıkarsın zaten…

Benim derdim, mümkün olduğu kadar çok insana bunu tanıtmak. Şunu bir öğrenelim, değişik kapılar açalım, bakalım nereye gideceğiz. Ud yapımcısı arkadaşımla konuşuyoruz. O da aynı fikirde. Konservatuarları tekele almaya çalışıyorlar. İstanbul Devlet Konservatuarı’nın başındaki kişi Cihat Aşkın diye bir bey. Bundan 20 sene önce gazeteye falan çıktı “dahi sanatçı” diye. “Bana para verin, yeni bir kemana ihtiyacım var” diyordu. Keman da 250 bin dolar. “250 bin dolara kaç tane köye çeşme götürürüz, bırak şunu” dedim. Bu kişi İstanbul Devlet Konservatuarı’nın başındadır. “Cihat Aşkın ve Çocuk Arkadaşları” diye. Anadolu’ya gidiyor, köy köy milletin kafasını yıkıyor. Bu kişinin çaldığı bir tek notayı bile beğenmedim ben.

Ama kıstaslar var, siz hakikî Türk Müziği’ni kıstas kabul ederek söylüyorsunuz bunu…

Evet ama onların iddiası “bu işi biz biliyoruz.” Fazıl Say büyük tahribat yapıyor. Fazıl Say için çok enteresan geldi bana, Hürriyet Gazetesi’nde çıkan bir yazı “1920’den beri çıkan klasik müzik dünyasında otorite kabul edilen Gramofon Dergisi Fazıl Say için bu adam müziğin m’sinden anlamıyor, dedi.” diyor. Geçenlerde Avusturya’da bir konser verdirttiler. Bin kişiyi doldurdular içeriye, 11 dakika alkışlattılar. Keçi sakallı Haluk Şahin haber yaptı bunu ve milletin on dakika alkışlamasını gösterdi. Hiç boş durmuyorlar. Devamlı saldırıyorlar. En azından buna karşı şuurlu olalım.

Çok teşekkür ediyoruz.

Kaynak: Aylık Dergisi, Temmuz 2010


MURAT TANER’İN AKADEMYA DERNEĞİ’NDE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ SOHBETLER İÇİN: youtube.com/akademyakultur

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!

İlginizi Çekebilir