“Türkiye Türklere Bırakılamaz” başlıklı yazımın son bölümünde; Alevî dedelerinin “Türkiye’de 25 milyon Alevî var.” beyanları üzerine, bir dönem PKK’nın da “Türkiye’de 25 milyon Kürt var.” beyânında bulunduğunu hatırlatmış ve demiştim ki: “Geriye kalan Laz, Abaza, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Pomak, Arap, Çingene, Dönme vs. de 10 milyon küsur ediyorsa; Türkiye’nin toplam nüfusu 60 küsur milyon olduğuna göre, basit bir matematik hesabıyla Türkiye’de Türk olmadığına ikna olabilirsiniz.”
Bir (muhtemelen) Alevî okuyucumuz, bu ifadelerimden rahatsızlığını ifade eden bir e-mektup yollamış:
(“Ilhan Sahin” iltin@nyc.rr.com To: mustafa_saka@yahoo.com
Subject: Türkiye’de_Türk_olmadigi(aleviler) Date: Thu, 12 Sep 2002 08:15:11 –0400
Eger dezenformasyon gibi bir amac gutmuyorsaniz, Turkiye’de ki alevi cogunlugun hangi irka ait oldugunu bilemeyecek kadar cahilsiniz, sanarim. Biraz durust olmaya calisirsaniz…)
Renkleri, Allah’ın âyetlerinden bilen; soy, dil, kültür kırımını sapkınlık olarak gören bir dünya görüşüne mensubiyetimiz bilindiği için, “Acaba ırkçılık yapıyorum zanneden olur mu?” gibi bir endişeye hiç kapılmadan çok rahat kaleme almıştım mezkûr yazımı. Vurgulamak istediğim, bir, din ile milliyetin (Türk ile İslâm’ın) birbirinden ayrılamazlığı, iki, Türkiye’de Türklerin azınlık muamelesi gördüğü idi.
Bir: Evet, din ile milliyet birbirinden ayrılamaz! Alevîlik ise Anadolu coğrafyasında bir azınlık kültürüdür, elbette inkâr etmediğimiz bir motiftir. Alevî dedelerinin, “Ehl-i Beyt” sevgisi iddialarını daha öteye götürüp “Ehl-i Beyt” torunu oldukları iddiası doğru ise “Türk” de değillerdir. Şah İsmail’in “Türkmen” taraftarları olduğu biliniyorsa da, Alevilik “Türk”le değil “Pers”le anılır bir inanç ve kültürdür. Tarihte ve bugün “İslâm dışı” inanç ve kültürlere, ideolojilere bağlı Türkler elbette var, ama Türklerin tarih sahnesine bir aktör olarak çıkışları ve bir medeniyet kurmaları yani adıyla ve sanıyla Türk olmaları İslâm’ladır; ve sahneden düşüşleri de İslâm’dan uzaklaşmalarıyla paralel gerçekleşmiştir.
İki: Bize Tanzimat Fermanı’nı okutturarak azınlık statüsünden kurtulanlar, çok sürmedi, “Lâik Türkiye Cumhuriyet”inin kurucu-aslî unsuru sayıldılar ve ülkenin sahiplerini azınlık durumuna, “öz yurdunda garip / öz vatanında parya” durumuna düşürdüler. Bu süreçte “Alevîlik” ise kullanıldı ve hâlâ kullanılıyor. İslâm’ı protestanlaştırmanın, paganlaştırmanın, yozlaştırmanın, çağlarüstü ve dünya çapında bir medeniyet kaynağı olmaktan çıkartıp yobazlaştırarak bir azınlık kültürü, bir kabile “glu glu”su haline getirmenin adı olan “Türk İslâmı” projesine ilham kaynağı oldu Alevîlik; karılı-kızlı, sazlı-sözlü, içkili-danslı bir din(!)…
Geçen yüzyılın başından itibâren bütün dünyada bir özgürlükler rüzgârı estiren Batı, din ve inançlara müsamaha ve özgürlük tanımakta Osmanlı’nın topuğuna bile erişememiş, meseleyi alenî çiftleşme özgürlüğüne geriletmişti zaten. 11 Eylül’le birlikte yaldızlı özgürlük sloganları da kötü bir makyaj gibi akmaya başladı. İlk sözleri “yeni bir Haçlı Seferi!” oldu. Bütün Batı’da Müslümanlar, “vatandaşlık” statüsünde olanlar da dahil, azınlık olduklarını daha çok hissetmeye, dışlanmaya, aşağılanmaya başladılar.
“Hilâl’i aşağılamanın Sâlib’i yükseltmediği, Doğu’yu geriletmenin Batı’yı ilerletmediği –ilerleme izâfî bir kavramdır, Batı bu ahlâksız ilerlemesini sürdürdükçe aslında zamanın gerisine ve insanlığın dışına düşmektedir- artık görülmeli; bu hususta, hiç olmazsa kendi çilekeş aydınlarına ve “küreselleşme karşıtı” insanlarına kulak vermelidir Avrupa… İsrail-ABD saldırganlığı etkisizleştirilmeli; dünyanın tabiî dengesi İslâm-Hristiyanlık, Doğu-Batı, Asya-Avrupa arasında kurulmalıdır…” Diye yazmıştım, 11 Eylül’ün ertesi günlerinde. İlâve ediyorum: Batı’nın korkması gereken saldırı 11 Eylül değildir. Avrupa devletleri, “ABD-İsrail”in bu çılgın saldırılarına engel olamazlarsa, sonuç, “özgürlük heykeli”nin şahsında bütün Batı medeniyetinin yıkılışı olacaktır!
Mâlesef bu yolda ilerliyor Avrupa. Dün akşamki ana haber bültenlerinin ”son dakika” diye verdiği habere bakılırsa, Tayyip Erdoğan’ı siyasetten men eden Yargıtay ve YSK kararlarına itirazı reddetmiş AİHM. Şaşırmıyorum tabiî. Farzedelim ki, hâlen yargılanmakta olduğu davalardan birinden 20-30 yıl mahkûmiyet yese ve yurtdışına kaçıp meselâ Yunanistan’a sığınsa, göreceği, ”Siyasal İslâmcı” yani ”terörist” muamelesidir Erdoğan’ın. Kamu Düzeni Bakanlığı’nda, devletin muhtelif birimlerini temsil eden 8-10 kişilik bir heyetin önünde kendimi ifade etmeye çalıştım geçen yıl. Müslüman olduğumu, İslâmî bir dünya görüşüne sahip olduğumu, yazar olduğumu, yazılarımdan dolayı hakkımda açılmış davalar bulunduğunu, bu yüzden iltica talep ettiğimi söyledim. Ve ilâve ettim: ”Hiçbir terör örgütünün üyesi veya sempatizanı değilim, uluslararası hukukun suç saydığı hiçbir eylemim de yok.” Devletin hangi birimini temsil ettiğini bilemediğim bir bayan söze girdi: ”Siyasal İslâm var ama?!” Ve karar: ”Türkiye müslüman bir ülke olduğundan, Cenevre sözleşmesinin bilmem kaçıncı maddesine göre Türkiye’de müslümanların hakları garanti altında bulunduğundan vesaire…”
Hakkını da teslim edelim ki, müslümanların, 11 Eylül paranoyasını hemen hemen hiç hissetmediği belki tek Avrupa ülkesi üstelik burası. Lâkin problem şu: Türkiyeli bir müslüman olarak, hem de Türkseniz üstelik, kendinizi anlatabilmeniz zor; Türkiye’yi, Türk devlet yapısını, ideolojisini, Ordu gerçeğini, Devlet-İslâm / Devlet-Halk çelişkisini, Anadolu-İstanbul çekişmesini ve hele Türkiye’yi Türklerin idare etmedikleri gerçeğini yani Türkiye’nin TC değil DC (Dönmeler Cumhuriyeti) olduğunu, bırakın resmî düşünmeye alışmış devlet erkânını, bir entelektüel kafaya bile anlatmakta zorlanıyorsunuz.
Türkiye solundan “burjuva-proleter”, Kürt solundan “etnik” ve devletlerinden de “resmî” temelde Türkiye çözümlemeleri dinlemekten bıkmış, ötesini görmeye çalışan kalem erbâbına, “Paradigma”yı buraya uyarlayarak, meselâ Batı Trakya’daki azınlık üzerinden “somutlaştırarak” anlatmaya çalıştığımızda ise “inanılmaz” bulunuyor.
Önce birkaç alıştırma sorusu:
– “On milyonluk ülkenizde, on tane Yunan müslüman olsa ne olur?”
– “Olabilir. Burası demokratik bir ülke, hiçbir şey olmaz.”
– “Devletin tavrı?”
– “Takibat ve tahkikatını yapar belki; o kadar.”
– “Bir takibat ve tahkikat yapar yani? Peki bu kişiler, orduda-bürokraside-siyasette stratejik görevleri olan kişilerse?”
– “O zaman, tabiî!!”
Evet diyalogu aşağı yukarı böyle başlatıp sürdürüyorum…
– Peki muhalfarz Yunanistan’ı Batı Trakya’daki Müslüman-Türk azınlığı yönetse?
– …..?!
– Tabiî dinlerini değiştirip Ortodoks olsalar. Ahmet, Mehmet, Mustafa, Hasan, Ali, Veli yerine Dimitri, Kosta, Andoni, Manoli, Petro, Maki isimleri alsalar. Soy isimlerine birbirlerini tanıyabilecekleri özel ekler koysalar. Kiliseleri ayrı olsa; ibadet etmek için değil ama cenazeleri için o kiliseleri kullansalar. Mezarlıkları ayrı olsa. Hepsinin evlerinin gizli bir köşesinde küçük bir mescit bulunsa. Kendi aralarında birbirlerine gerçek isimleriyle hitab etseler. Bir “Elenizm” ideolojisi kursalar. Yunan’dan fazla Yunancı kesilseler. Yunan Krallığı’nı “Türkiye”nin desteğiyle yıkıp yerine “Elenist” bir devlet kursalar. İşgâl ordularına karşı savaşmış Yunan komutanlarını ve halk önderlerini, din adamlarını “İstiklâl Mahkemeleri”nde ipe çekseler. Küçük Asya göçmeni, etnik kökeni tartışmalı bir komutanı “Büyük Kurtarıcı” ve “Atayunan” ilân etseler. Elefteros Venizelos’un Hanya’daki sade, başında bir bekçi bile bulunmayan mezarına bunu yatırıp, üstüne bir “anıtkabir” inşâ etseler. Üzerinde Hristiyanî bir simge olanları burayı ziyarete bile sokmasalar. Yunan kökenli olmayan nüfusa zorla Elenizmi dayatsalar, kendi dillerini bile konuşmalarını yasaklasalar. Yunanca konuşulmayan köylere ve azınlık mahallelerine “Vatandaş Yunanca Konuş!”, “Ne Mutlu Yunanım Diyene!” gibi dövizler assalar. Şimdi Atina caddelerinde serbestçe dolaşan kara çarşaflı, alınları kırmızı haçlı kadınların çarşafını zaptiyeler sokak ortasında yırtsalar. Devletin ve toplumun bütün kilit noktalarında; siyasette, bürokraside, orduda, medyada, üniversitede, sanatta, kültürde hep bunlar olsa. Halk çocuklarının gittiği okullarda eğitim ne kadar berbatsa, bunların veletleri kendi özel okullarında ve yurt dışında okutulup yetiştirilseler. Ekonomi bunların elinde olsa, Yunan halkının ekonomide güç kazanmasına, siyasette yer almasına, bürokraside yükselmesine, orduya girmesine engel olucu bir mekanizma kurmuş olsalar. Yunan halkının oylarıyla iktidara gelmiş bir muhafazakâr siyâsî partinin lideri bir adada yargılanıp idam edilse. Daha sonra yine iktidara gelmeyi başarmış başka bir muhafazakâr partinin liderine Türkiye ile askerî güvenlik anlaşmalarını zorla imzalattırdıktan sonra “Hristiyancı” suçlamasıyla iktidardan alaşağı etseler. Babası papaz olan, anası kiliseye giden, karısı boynuna haç takan, kilise önünden geçerken istavroz çıkaran, evinde ikona bulunan herkesi fişleseler ve toplum kademelerinde önlerine aşılmaz setler çekseler. Üniversiteli kız öğrencilerin boyunlarına haç takmasını “siyasal hristiyanlık simgesi” olduğu gerekçesiyle yasaklasalar. Papazların saçını sakalını yontup, takım elbise kravat giydirip devlet memuru yapsalar. Pazar günleri kiliselerde okunacak vaazları bunlar yazsa. Agion Oros’u (Aynoroz) “irticâ yuvası” ilân edip bassalar, burada ibâdet ve riyâzetle meşgul olanların hepsini E Tipi cezaevlerine tıksalar. Çocukların 15 yaşından önce İncil okumasını yasaklasalar…
-…..
– Bir fantezi, bir bilim kurgu, bir karabasan, sizin argonuzla bir “malakia” değil söylediklerim. Evet aynen böyle şeyler oldu/oluyor Türkiye’de. Ortaçağ’da bile eşine rastlanamayacak katılıkta bir kast sistemi var. “Hukukun üstünlüğü” değil bu “üstünlerin hukuku” işliyor. Bunları bilmeden Türkiye’yi bilemezsiniz. Türkiye’yi bilmeden de dünyayı bilemezsiniz. Dünyayı bilmeyince kendinizi de bilemezsiniz. Bilmediğiniz için de ders kitaplarınızda çocuklarınıza Atatürk’ü “Modern Türkiye’nin kurucusu” diye öğretirsiniz. Türkiye’yi Türkler yönetiyor zannedersiniz hâlâ. Türkiye’yi müslüman zanedersiniz; ve “Cenevre sözleşmesine göre Türkiye’de müslümanların hakları garanti altındadır” masalı okursunuz bana. Uluslararası sözleşmeler bu kadar belirleyici ise neden Kıbrıs ve Ege meselesinin karşılıklı çözülemediğini, güvenlik harcamalarını neden Türkiye’ye karşı yaptığınızı izah edemezsiniz. Böyle bir Türkiye bizim işimize gelir diye düşünebilirsiniz tabiî; ama bu çok “köylü” bir yaklaşım olur. Türkiye realitesini “dünya” ölçeğine taşıdığımızda, aynı şekilde dünyaya egemen olan aynı azınlığın nazarında size biçilen “rol”ü, çizilen “sınır”ları göremezsiniz. AB’ye girdik “yırttık” zannedersiniz. “Sübvanse” refahın kalıcı olduğunu düşünürsünüz. “Birlik”te bir problem doğduğu takdirde, bundan ilkin ve en çok etkilenecek üyenin Yunanistan olacağını düşünemezsiniz.
– …..?!
“Küçük Asya fâciası” dediğiniz olay aslında nedir; Anadolu’ya nasıl girdiniz, nasıl çıktınız? 20’de, 500 bin soydaşınızı-dindaşınızı katl ve tehcir eden adamı, 30’da, Nobel Barış ödülüne nasıl aday gösterebildiniz? Bunları sorarak iyi bir başlangıç yapabilirsiniz belki.
Konuyu dağıttım mı? Hayır. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Bir milleti “millet” yapan unsurlardan biri ve en vazgeçilmezi “din”dir. Bir millet topluca başka bir dine veya dinsizliğe geçebilir; sonuç o millet için daha iyi olur, daha kötü olur; bu ayrı. Ama o milletten olmayan bir azınlık eliyle, cebren ve hileyle yapılırsa bu, sonuç bugünkü Türkiye olur. Hayır, halkımıza haksızlık da etmiyelim; Türkiye’nin üzerinden geçen silindir bir başka yerden geçseydi geride eminim ki bir şey kalmazdı. Bu halk, “tarifsiz bir bünye sırrıyla” -Üstad’ın tâbiri- kendini koruyor. Kıyamete kadar da koruyacağı ve bir gün mutlaka ama mutlaka uğursuz azınlıktan hesap soracağı görülüyor ki, tetikçiler, “bin yıl” irtica ile mücadele etmekten bahsediyorlar. O yüzden, bu halkı, Anadolu insanını, insanımızı aşağılamak büyük haksızlıktır diye düşünüyorum; sadece Anadolu’da değil, dünyanın hiçbir yerinde halkı aşağılayarak devrimcilik yapılamayacağını da söylemek ihtiyacı duyuyorum. Ama, halka yalakalık, dalkavukluk yapılarak hiçbir ciddi değişim gerçekleştirilemeyeceğine göre, halkımızı uyarmak, sarsmak, irkiltmek ve kendine getirmek adına en acı hakikatleri en acı sözlerle söylemek de bize düşüyor. Dilimiz bu yüzden sivri!
Örneklemeye çalıştığım “Paradigma”nın tarihinden kronolojik bir kesit:
1835 – Hahambaşılık görevinin Osmanlı İmparatorluğu’nda oluşturulması.
1839 – Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı).
1856 – Islahat Fermanı.
1860 – Alyans’ın (Fransız misyoner okulları) Paris’te kuruluşu.
1865 – Yahudi cemaatinin örgütsel bir statüye kavuşması.
1873 – Hayim Naum’un Manisa’da dünyaya gelişi.
1876 – II. Abdülhamid’in tahta çıkışı ve Meşrutiyet’in ilan ettirilmesi.
1882 – Osmanlı yetkililerinin, Yahudilerin Filistin’e göç etmesine getirdiği kısıtlamalar.
1892 – Yahudilerin Filistin’de toprak edinmesine getirilen sınırlamalar.
1893-1897 – Naum’un Paris’teki öğrenim yılları.
1897 – Dünya Siyonist Örgütü’nun kuruluşu. Naum da, Alyans hesabına öğretmen olarak çalışmaya başlıyor.
1897-1907 – Naum, cemaat yönetiminin basamaklarını bir bir çıkıyor.
1898 – Naum’un Bulgar hahambaşılığına adaylığı.
1898 – Naum’un Sultana Danon’la evlenmesi.
1900-1904 – Naum, Yüksek Topçu ve İstihkam Okulu’nda ders veriyor.
1901 – Hilfsverein der Deutschen Juden’in kuruluşu.
1902 – Naum’un Roma hahambaşlığına adaylığı.
1907-1908 – Naum’un Habeşistan’daki görevi.
1908 – Jön Türk devrimi. 1876 Meşrutiyeti’nin yeniden ilanı (23-24 temmuz). Naum’un Osmanlı Hahambaşılığı’na vekil olarak seçilişi (Ağustos). Siyonistler İstanbul’da bir şube kuruyor.
1909 – Naum’un, Osmanlı Hahambaşılığı’na seçilmesi (24 Ocak). 31 Mart Olayı. II. Abdülhamid’in tahttan indirilişi.
1910 – Naum’un, İmparatorluğun Yahudi merkezlerine din adamı olarak yaptığı geziler.
1910-1911 – Meclisi Mebusan’da siyonizm karşıtı görüşmeler (Mart ve Mayıs).
1911 – İtalyan kuvvetleri Trablus’u ele geçiriyorlar (Ekim). Bene Berit Mason Locaları’’ın İstanbul’da kuruluşu.
1912-1913 – Balkan Savaşları.
1913 – İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin darbesi (Ocak). Kırmızı pasaportun kaldırılışı (Eylül).
1914 – Birinci Dünya Savaşı’nın başlayışı.
1915-1916 – Filistin’de siyonizm karşıtı kampanya ve önlemler.
1915 – Osmanlı İmparatorluğu’yla İngiltere ve Fransa arasında ayrı bir barış tasarısı. Naum aracı oluyor.
1916 – Sykes-Picot Antlaşması (Mayıs).
1917 – Yahudilerin Yafa’dan göç ettirilişi. Cambon Bildirisi (2 Kasım). Bolşevikler Rusya’da yönetimi ele geçiriyorlar. Kudüs’ün İngilizler tarafından işgali.
1918 – Naum’un Osmanlı Hükümeti adına Avrupa’da üstlendiği ilk görev (Temmuz) Naum’un, bu kez, Sadrazam İzzet Paşa adına Avrupa’da üstlendiği ikinci görev (Ekim). Mondros Mütarekesi’nin imzalanması (30 Ekim). İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin ülkeden kaçısı. Siyonistlerin güç gösterisi: İstanbul’da Ulusal Yahudi Konseyi’nin kuruluşu (Kasım). Müttefiklerin İstanbul’a girişi (Kasım)..
1919 – Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da bir direniş hareketi örgütleniyor. Paris Barış Konferansı’nın açılışı (Ocak). İstanbul’da Doğu Siyonist Federasyonu’nun kuruluşu. Naum’un İstanbul’a dönüşü ve Ulusal Yahudi Konseyi’nin dağılışı (Mart). Versailles Antlaşması’nın imzalanması (28 Haziran). NAUM’UN MUSTAFA KEMAL ADINA FRANSA’DA ÜSTLENDIGI RESMI GÖREV (EYLÜL’ÜN SONUNDAN ARALIK’IN BASINA DEK). Cemaat seçimlerinin başlayışı.
1920 – İstanbul’un müttefikler tarafından resmen işgali. Naum’un istifası (30 Mart) San Remo Konferansı (Nisan), Filistin’in Büyük Britanya’nın himayesine verilişi. Sevr Antlaşması’nın açılışı.
1921 – Naum’un Alyans’la ilgili olarak Amerika’da üstlendiği iki görev (Ocak ve Ekim)
1922 – İngiltere’nin Filistin üstündeki himayesinin resmen onaylanması (Temmuz). NAUM’UN GEÇİCİ ANKARA HÜKÜMETI ADINA FRANSA’DAKİ YENİ GÖREVİ (SONBAHAR). LOZAN KONFERANSI’NIN AÇILIŞI. (KASIM). NAUM, TÜRK HEYETİ DANIŞMANIDIR.
1923 – LOZAN ANTLAŞMASI’NIN İMZALANMASI (TEMMUZ). MÜTTEFİKLERİN İSTANBUL’DAN ÇEKİLİŞİ. TÜRKİYE CUMHURIYETİ’NİN İLÂNI. MUSTAFA KEMAL İLK CUMHURBAŞKANI (EKİM).
1925 – Nahum, Mısır ve Sudan hahambaşılığı görevlerinde.
1948 – İsrail devletinin kuruluşu.
(Manisalı Hayim Nahum–Son Osmanlı Hahambaşının Mektupları, Esther Benbassa, Milliyet Yayınları S. 59-61)
25 Eylül 2002 / Nisi
Kaynak: “Akademya’ya Doğru Sitesi”, 2001-2005.