Mehmet Ali Bulut’la Rüyâ, Simâ, Ebced, Mehdî ve Telegram Üzerine

Mehmet Ali Bulut

Röportaj: M. Erdal Durdu

Mehmet Ali Bulut Kimdir?

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi.

1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arab ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı fakültenin Tarih bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı.

1979 yılında Tercüman Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Tercüman Kütübhanesinin kurulması ve kitabların tasnifinde görev aldı.

Bir çok kitab ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu.

Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı.

1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazetede 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı.

1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahallî bir ajans durumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı mevkiine yükseldi.

1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grub arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı.

2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığı görevini üstlendi ve 3 yıl bu görevde kaldı.

2007 Haziranında Bugün Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Yurt Haberler Müdürlüğü yaptı.

Çok sayıda eseri ve çeşitli dergilerde yayınlanmış makale ve şiirleri de bulunan Mehmet Ali Bulut’un son dönemdeki yazıları, gasteci.com ve haber7.com internet sitelerinde yayınlanmaktadır. Bulut, evli ve bir kız babasıdır.

Yayınlanmış eserleri arasında Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Rüya Tâbirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslâm Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha, Ruhun Deşifresi ve Gizemli Sorular (son basılmış eseri, 2009) bulunan Bulut’un, Ahkâmsız Hükümler ve İnsan Tamir Dükkânı adlı yayınlanma safhasında iki eseri daha bulunmaktadır.

***

Rüyâ tâbiriyle ilgilendiğinizi biliyoruz ve Rüyâ Tâbirleri adlı bir de eseriniz var. Rüyâlara gereken önemi veriyor muyuz? Sizce insan hayatında ve fikrinde rüyâlar ne kadar önemlidir?

Hayır, rüyâlara gereken önem verilmiyor. Çünkü rüyânın gerçek mahiyeti ve onun insan irşadındaki fonksiyonu bilinmiyor. Bazı eski tâbirciler, rüyâyı sadece “beşîr ve nezîr” bildikleri için, geri kalan rüyâları “edgas ve ahlâm” addedip kenara atmışlar.

Oysa insanın mizacı, mahiyeti, keyfiyeti ve sülûku ile ilgili arazlar ve takıntılar o rüyâlarda saklıdır. Bunu bazı ehli tasavvuf hakkıyla müdrik oldukları için, rüyâyı “âyât-ı enfüsî” saymışlar. Meselâ Kütahyalı Sunullah Gaybî –ki ikinci Muhyiddin-i Arabî diye de anılır- rüyâyı, insanın kendi âlemini müşahedesi olarak zikreder. Hattâ müridin hakka îsalini rüyâların lisanıyla sağlamıştır. Kimin ne makamda olduğunu, kimin neye ihtiyacı bulunduğunu, o “edgas ve ahlâm” denilen rüyâların lisanıyla bilmiştir.

Çünkü edgas -ki bugünkü psikolojik rahatsızlıkların analiz edilmesinde kullanılabilecek en iyi dahilî rapordur- insanın mizacının rot ve balansını gösterir; ahlâm ise, kişinin ilgi alanlarının mahiyetini açık eder. Batılı –özellikle de Amerikalı- psikologlar bunu fark etikleri için, rahatsızlıkları rüyâların tamir edilmesiyle tedavi edebileceklerini kavramaya başlamışlar.

Bu yol, eski mutasavvıfların da yoluydu. Bizim mevcut kültürümüz, kadîm anlayışlarımızla ilişkisini kestiği için, birçok mesele dayanaksız kalmış ve mânâsını yitirmiştir. Rüyânın, Allah’ın kullarıyla haberleşme vasıtalarından birisi olduğu hükmü ortadan kalkmış mı ki, rüyâ kıymetten sâkıt olsun.

Fakat kabul etmek gerekir ki, rüyâ, gerçek tâbircilerini –ve dolayısıyla tamircilerini- kaybettiği için, giderek mahiyetini değiştiriyor. İnsanlar maddîleştikçe, ruhun hakiki mânâda beslenmesi de azalıyor. Bugünkü insanların büyük ekseriyetinin ruhları, açlıktan helâk olmuş durumda. Aramızda gezen her yüz kişiden neredeyse 80’i, aslında ruhu ölmüş müteharrik ölülerdir.

İnsan, maddî hayatında; her ân havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ziyâya muhtaç olduğu gibi, ruhî hayatı bakımından da Kur’ân’da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere –meselâ huvallah gibi- her ânda muhtaçtır. Çünkü ruh onunla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte kalbî hayatın bu sürekli tekrar eden ihtiyaçlarını görmezlikten gelen günümüz insanı kalbini ve ruhunu öldürdüğü için, rüyâsını dahi hikmetten kâbusa dönüştürmüştür. Yayını kesilmiş televizyon gibi birtakım tuhaf dalgalar ve hışırtılar geliyor ama mânâsı yok.

Hâlbuki rüyâ aslında bir tür “tenezzülât-ı İlâhiye” (kişinin tabiatına ve anlayış kapasitesine göre irşad edilmesi keyfiyeti, yani nasihatin kişinin anlayışına uygun olması hâli) olduğundan, kişi için mühim sırlar ihtivâ eder. Elbette ki bu, amelî bakımdan bağlayıcı değildir ama insanı kendi mahiyetini bilmeye sevk eder. Rüyâların tekrar etmesi de kişiyi irşadın gayelerine îsal etmek içindir. Tahkik ve takriri ifade eder.

İlm-i kıyafet diye tâbir edilen, özellikle eller ve yüzdeki çizgileri ön plâna alan, insan uzuvlarından onun kişiliğini ve onu nasıl bir gelecek beklediğini haber veren sahada bir kitabınız var. Eskilerin zevkî ilim veya indî ilim dedikleri, kişinin şahsî yapısı ile alâkalı marifet sahibi olma ve bilgi elde etme yolları vardı. Modern bilim, bu bilgi elde etme yollarını akılcı bulmadığından ilimden saymıyor. Bunun örneklerini –alternatif tıb olarak- tıbta da görüyoruz. Zevkî veya indî ilim, bir metod hâlinde resmîleştirilebilir mi? Batılılara karşın Doğu insanına bu tarz bir ilim yolu, daha çok hitab ediyor. Sizin bu mevzudaki görüşleriniz nelerdir?

Esasında ilm-i simâ veya fizyonomi dediğimiz -Osmanlılarda Kıyafetname, Arablarda El-Kisâ diye anılır- ilim, tabiî ilimlerin 7. veya 9. şubesidir. Genelde de ilm-i nücûm –ki astronomi de o dala girerdi- ve tıb ile birlikte anılmıştır.

Bu ilmin kökeni Sümerlere kadar iner. Bir bakıma da tecrübî ilim sayılır. İslâm âlimleri bu meseleye “Kul Kullun ya’melu ala şâkiletih” (İsra, 84) âyetinin izahı altında girişmişlerdir. Fahreddin el-Razi, bu âyeti daha sonra başlı başına bir kitabçık yapmıştır ki el-Firase diye tab’ edilmiştir.

El Falı, Chirology, Palmistry, İlm-i Simâ, İlm-i Kıyafe, Firase gibi adlarla da anılan bu ilim dalları Doğu’da ve Batı’da birçok büyük zekânın dikkatini çekmiş, ilgi alanını teşkil etmiştir.

Tâ eski Çin ve Mısırlılardan gelme olan bu ilim her asırda yeni yeni tecrübelerle, yeni yeni zekâların katkılarıyla günümüze kadar gelişerek devam etmiştir. Bu ilmin bilinen ilk mümessilleri arasında Aristo’nun da adı geçer. Romalılarda el falı oldukça büyük bir önemi haizdir.

Ortaçağda ise bu ilimlerin en büyük mümessilleri arasında Müslüman âlimleri görüyoruz. Muhyiddin el-ArabîFahreddin el-Razi gibi büyük deha ve İslâm âlimleri bu ilimlere dair hususî eserler yazmışlardır. Bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, bir insanın vasıflarından hareketle onun şeklinin nasıl olabileceği tahmin edilebilmiştir. Sokrat’ın, Aristo’nun, Batlamyos’un eserlerine bakılarak vasıfları ve eşkâlleri anlatılmıştır. Arab ilm-i simâcısı Ebu’l Vefa Mübeşşir b. Fatik’in böyle bir eseri mevcuttur. Kezâ Ebu’s-Sema el-Emşatî’nin renkler ve bunların işaret ettiği mânâ ve hastalıkları anlatan Kitabu’l-Kavli’s-Sedid fî İhtiyari’l-İma’ ve’l-Abid adlı bir eseri mevcuttur.

Ancak, bu ilmin bugünkü hâlini alması 19. yüzyılda başlamış, Batıda yapılan araştırmalar neticesinde bu konuda ardarda eserler verilmiştir.

İslâm âlimleri de “şâkile” bilgisine çok önem vermişlerdir. Meselâ Fahreddin el-Razi müstakil olarak ilm-i simâyı anlatan Kitabu’l Firase adlı eserinin mukaddimesinde insanın dış görünüşlerinin, el çizgilerinin ve beden yapısının nelere işaret ettiğinin bilinmesinde büyük yararlar bulunduğunu ifade ederek, insanları bunu bilmeye, öğrenmeye teşvik ediyor:

«Firase, dış görünüş ve şekillerden yola çıkarak, insanın ahlâkını, karakterini, mizaç ve huyunu anlama ilmidir; zahirî hâllerden batınî ahlâkı öğrenmemizi sağlar. Mizaç, ister nefsin kendisi, isterse fiilleri itibariyle nefsin bir âleti kabul edilsin, her iki durumda da dış yapı özellikleri doğrudan doğruya nefsî kabiliyetimizi ve nelere istidatlı olduğumuzu gösterir. Mizaç, “nefs” ve “dış yapı”nın müşterek bir fonksiyondur. Daha doğrusu denilebilir ki, bedenin dış görünüşleri, nefsî kabiliyetlerin aynasıdır.

Bu ilim muhakkak ki üstün bir ilimdir. Bunun üstünlüğü ve meşruluğu, Kitab (Kur’ân-ı Kerim), Sünnet (Hadisler) ve akıl ile de sabittir. Kur’ân-ı Kerim, “Bunda ‘mütevessimin’ (=bir şeyi işaretlerinden anlayıp kavrayanlar) için ibretler vardır” (Hicr, 15), “(Sadakaya muhtaç olup da istemekten çekinenleri) siz yüzlerinden tanırsınız” (Bakara, 273), “Yüzlerinde secde ettiklerine dair belirtiler vardır” (Fetih, 29) âyetleriyle, akıl sahiblerinin dikkatlerini bu konuya çeker.

Firase’nin Sünnet’te de yeri vardır. Peygamberimizin “Mümin Allah’ın nuruyla bakar, onun ferasetinden (işaretlerden hareketle içinizi anlamasından) korkun” Hadisiyle “Eğer bu toplum içerisinde bir ‘muhdes’ (yenilikçi, reformcu) varsa o da Ömer’dir” Hadisi bu mevzuya parmak basar.

Akıl açısından meseleye bakacak olursak bu ilmin yararlarını ve doğruluğunu gösteren birçok delil buluruz;

Birincisi, insan sosyal bir varlıktır. Diğer fertlerle bir arada yaşamak zorundadır. Hâlbuki toplum hayatı, her türlü kötülük ve şerlerin ortaya çıkmasına müsait bir zemindir. Bunların, bu zeminde yaşayan herkese sıçraması, bulaşması mümkündür. Ancak bu sanatı ve ilmi bilen bir insan, karşısındakinin nasıl bir tabiata sahib olduğunu anlar ve ona göre davranır. Kendisine gelecek zararlardan emin olur. Karşımızdakinin nasıl bir huy taşıdığını bilmekte ne kadar fayda olduğu malûmdur.

İkincisi, canlıların simâları, yapıları onların hususî sıfatlarını ve belirgin özelliklerini de gösterir. Hattâ bu, at, katır, köpek vs. için de geçerlidir. Bu, onların tabiatını anlamamızı sağlar. Hayvan terbiyecileri bunu daha iyi anlarlar. İnsan için de aynı hükümler, hem daha isabetli bir şekilde geçerlidir.

Üçüncüsü, bu ilmin temeli “ilm-i tabiî”ye, analize ve tecrübeye dayanır. Tıb gibi ve onun kadar kesindir. Birçok bakımdan tıbbın en büyük yardımcısıdır.» (Kitabu’l-Firase, s. 4-5).

Erzurumlu İbrahim Hakkı da bu alana ilgi duyanlardan biridir. Şöyle der Marifetname’sinde:

«…. Sonra Allah lütuf ve inayetiyle, hikmetinin gereğini, sanatının inceliğini bu yaratık(insan)ta göstermiş. Yüzünü, şekil ve yapısını içine (özüne), organlarının biçimini ahlâk ve karakterine bir işaret yapmıştır ki, insan şekil ve yapısından kendi vasıflarını bilip, ona göre ahlâk ve hareketlerindeki, huylarındaki eksik ve aksaklıkları düzeltsin. Sonra arkadaş ve dostlarının vücut yapısı ve şekillerine bakıp, zekâ ve karakterlerini, huy ve tabiatlarını, ince seziş ve zekâsıyla bilsin ve buna göre onlara muamele etsin; beğensin ve sevsin veya aklını kullanarak, karakterlerine göre hareket ederek onlarla geçinip gitsin yahut da onlardan uzaklaşıp emniyet, rahat ve selâmeti bulsun.

“Güzel yüzlü insanlardan hayrı isteyin” Hadis-i Şerifine göre güzel ve sevimli insanlardan daima gülüş, iyi huy ve güzel sözlerin görülüp işitildiği gerçeği duyurulmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de “Herkesin işi ve ameli şekline uygundur” buyrulması da buna işarettir”» (Marifetname, III. c, s. 153)

Bediuzzaman, el yüz çizgilerinin mânâlarını sarahat derecesinde izah eder:

“İ’lem eyyühel Aziz! Âlemde her şeyin yüzünde hikmet eserleri göründüğü gibi en uzak, en geniş, en ince kesretin tabakaları üstünde de hikmet, ihtimam eserleri görülmektedir. Evet, kesret ve tekessürün (maddî terkib ve oluşumların) müntehası ve neticesi (en son ve en olgun şekli) olan insanın sahife-i vechinde (yüzünde), cebhesinde, cildinde, ellerinin içlerinde kader kalemiyle pek çok çizgiler, hatlar, nakışlar, nişanlar yazılmıştır. Malûmdur ki insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, hareketler insan ruhunda bulunan mânâlara, maneviyatlara delâlet ettikleri gibi, fıtratında kader tarafından yazılan mektublara da işaretleri vardır. Arkadaş, insanın geçen sahifelerine kaderin yazdığı haşiye, tesadüf ve ittifakın (başka güçlerin) duhulüne (insana müdahale etmesine) menfez (yol) bırakmamıştır.” (Mesnevi-i Nuriyye, s. 94).

Özellikle İbda Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun kendi yaşadıklarının ilmî izahı olarak görülebilecek Telegram adlı eseriyle anlamaya başladığımız, bazı tekniklerle beyin ve bedene müdahale edilerek insan şahsiyet ve inanç yapısının şiddetli bir şekilde sarsılabilmesi mümkün gözükmektedir. Ruhun Deşifresi kitabınızda insan çabasını öne alan bakış açısını da gözönüne aldığımızda, tahmin ettiğimizden daha fazla maddî bir yapımız mı var?

Umduğumuzun çok üstünde. Benim de fikirlerinden etkilendiğim ve özellikle kelime ve müştaklarını kullanma şekline hayranlık duyduğum Mirzabeyoğlu’nun çok iyi farkında olduğu gibi, insan maddî mahiyeti itibarıyla, her türlü telkine ve saldırıya açık bir varlıktır.

İnsanın maddî yapısının zenginliği ve çok ihtimâller ihtivâ ediyor olması aslında, emir âlemine âit bir kanun olan Ruh’un, âlem-i meşhud ile irtibat kurmak ve eşyadaki İlâhî esrarı müşahede etme ihtiyacındandır.

Bilindiği gibi Allah’a giden yollar mahlûkat adedincedir. Hattâ onların nefesleri adedincedir denilmiş. Yani emanet-i kübrâyı yüklenmiş olan bir ruhun amelî temâşâ için kullandığı bütün yollar ve usûller, aynı zamanda Şeytan ve habis ruhların insana musallat olma yollarıdır da. İnsanın harice açılan menfezleri, aynı zamanda Şeytanın ve şeytan gibi insanların insan ruhuna ve aklına ve sadrına nüfuz etme yollarıdır. Nâs Suresi’ndeki “Yuvesvisu fi sudûri’n-nas, minel cinneti vennas” (Onlar insanın göğsüne vesvese atarlar) âyeti de bu hakikati gösterir.

İnsan bedeninin imkânları nerede ise namütenahîdir. Bu vücudun cennete lâyık bir hâl kazanabilme imkânı olduğunu unutmamak gerekir. Demek ki kanun tek olabilir ama o kanunun kesret içinde kendini açığa çıkarma hâlleri ve usûlleri kesret adedince olabilir ve oluyor. Bedenin potansiyeli sınırsız denebilecek kadardır. Yeter ki biz onun imkânlarını kullanabilecek usul ve erkânı bilelim.

Hazreti Ali’nin, Hayber Kalesi’nin kapısını tek başına kaldırması bir keramettir. Fakat unutmamak gerekir ki Hazreti Ali, on sekiz kişinin kaldıramadığı o kapıyı bildiğimiz etten ve kemikten yapılma pazusuyla kaldırdı. Yani o et ve kemiğin, o pazunun öyle bir mertebesi vardır ki siz onunla beş tonluk bir ağırlığı kaldırabilirsiniz de o yine bir şey olmaz…

İşte bedenin diğer uzuvları da buna kıyas edilebilir. Bu kabiliyetler, hayra da kullanılabilir, şerre de. İnsan muazzam bir düzenekler bütünüdür. Akıl, iman ve irfan ile onu hayra kullanmak mümkün olduğu gibi, küfür, cerbeze ve şeytan ile de büyük tahribatlar için kullanılabilir.

Basit bir misâl vereyim. Bluetooth iki dijital cihaz arasında vasıtasız bilgi nakil yollarından biridir. Uzaktan bilgisayarınıza girmek, bluetooth ile cep telefonunuz ile irtibata geçmek mümkün olduğu gibi, insanın ruhu ve aklıyla, şuur ve zihniyle irtibat kurup, oralarda aklın hayâlin almadığı işler yapmak, program yükleyip kaldırmak, bilmediklerinizi bilir kılmak veya bildiklerinizi yok etmek mümkündür.

Esas olan, insanın koruma kalkanlarının korunmasıdır. Bu kalkanlar bir kere kalktı mı, artık habis ruhlar, cinler ve habis ruhlu insanlar sizinle oynayabilir, inanıyorken inanmaz, bakıyorken görmez, biliyorken bilmez hâle getirebilirler.

Bedenimiz bütün bunlara imkân tanır. Tabiî tersi için de geçerlidir.

Ruhun Deşifresi kitabı, biraz da, bedenin mevcut potansiyellerinin bir kere daha insana hatırlatılması çabasıdır.

“Fardipli Sinha” ve özellikle “Derviş ve Sinha” romanlarınızda Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi”ndeki iddiayı daha önceden kaleme aldığınızı görüyoruz. Bu mevzu niçin bu kadar ilgi çekiyor? İsevî meşrebin Hazret-i Mehdî ile ilgisi nedir? Hazret-i İsa’nın nüzûlu meselesini de katarak açıklayabilir misiniz?

Bu meselenin bu dönemde popülerlik kazanması, zaman ile ilgilidir. Doğumun kendisi gerçekleşmeden önce belirtileri ve sancıları geldiği gibi… Şimdi herkes, her inanç grubu kendi Mehdîsini/Mesih’(İsa)ini bekliyor.

Bu beklenti elbette ki son ümmetlere âit bir beklenti değil. En eski kavimlerde bile günlerin sonunda iyilerin galib gelmesini sağlayacak bir lider-önder-değiştirici-düzeltici-programlayıcı beklentisi vardır. Avesta, bunu başlı başına işler. Günlerin sonunda şeytanı temsil eden Ehrimen, gemi azıya alır. Çünkü meydana sürdüğü “Fitne” adlı askeri, iyilikleri temsil eden Ahuramazda’nın askerlerine sürekli meydan okur ve her meydana çıkanı bir darbe ile indirir.

Fitne, sonunda o kadar kendisine güvenir ki, doğrudan Ahuramazda’ya yani Rahman’a meydan okur. Tıpkı, inkâr-ı ulûhiyeti esas alan pozitivist düşüncenin Tanrı’yı bile yok sayma küstahlığına kalkışması gibi… Bunun üzerine Ahuramazda kendisi (Avesta’da Ahuramazda diye isimlendirilen ve Rahman’ı temsil eden o figürü bugün Mehdî yahut Mesih diye niteleyebiliriz) Fitne’nin (fitneyi de Deccal ve düzeni diye isimlendirebiliriz) karşısına çıkar ve onu bir darbe ile indirir. Sonra doğrudan Ehrimen’e yani Şeytan’a meydan okur. Şeytan çaresiz Ahuramazda’nın karşısına çıkmak zorunda kalır ve yenilir. Ahuramazda onu öldürmek ister. Fakat bir sırra binâen öldürmez ve götürür Tanrılar tanrısı İzid’e teslim eder. Böylece, iyilik galib gelmiş olur. Ve perde kapanır. Yani kıyamet kopar…

İşte bu temsil ile anlatılan hâl, kıyamete doğru gerçekleşeceği ifâde edilmiş son “iyiler ve kötüler kapışması”nda, savaşın, iyiler lehine gerçekleşmesini sağlayacak zât veya düşüncedir Mesih.

Fitnenin yarattığı tahribatı, Müslümanlar arasında tamir edecek zâtın adı da Mehdî’dir. Mehdînin en büyük vazifesi, tahrib olmuş imanları takviye etmek, tahrib olmuş metinleri (anlayışları) tamir etmek ve İlâhî metni, etrafındaki hurufattan ayıklamaktır. Onun bir vazifesi de imanı, hayatın içinde yeniden ihyâ etmektir. Bir görevi de ihyâ edilen imanı hayata tatbik etmektir. Bütün bu vazifeleri bir insanın yapması makûl olmadığına göre, denilebilir ki, bu mertebelerin her birini farklı birileri veya farklı gurublar üstlenecektir.

Bu meseleler, ancak vukû bulduktan sonra anlaşılacağı için, bir Mesih veya Mehdî beklentisinin -mü’min için- onu görevinden alıkoymaması gerekir. Bu açıdan ben Mehdî’yim veya Mesih’im, yahut İsa’yım diye ortaya çıkanlar, ya hakikati bilmeyenlerdir yahut da insana müdahale edebilme kabiliyeti olanların (Şeytan, cin, habis ruhlar ve onların insanlar arasındaki temsilcileri) müdahalesi neticesiyle aklı karıştırılmış insanlardır.

Mâmafih, gerçek Mehdî ve İsa ortaya çıkıncaya kadar sayısız müsveddelerinin geleceğini tahmin etmek mümkündür. Hâlbuki ne İsa, İsa olduğunu bilecek başlangıçta, ne Mehdî. Yaptıkları ve başardıkları hizmetlerle mü’minler ve nihayet kendileri bilecekler ki veya sezecekler ki, o odur.

Celcelûtiye ve Ebced ile ilgili görüşlerinizi açıklar mısınız? Şahsen sizin de bu mevzularla ilgilendiğinizi biliyoruz. Bu sadece zevkî bir ilim midir yoksa taallüme bakan bir yönü var mıdır? Bu gibi ilimlerin meşruiyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bediüzzaman Hazretlerinin ebcedi kullanma usûlünü açıklar mısınız?

Celcelûtiyye Hazreti Ali’ye atfedilen bir kasidedir. İmam Bunî’nin şerh ettiği Celcelûtiyye kasidesi ile İmâm Gazâlî de hayli meşgul olmuştur. Gaybî birtakım sırları ihtivâ etiğine inanılır. Bediuzzaman da o kasideden gerek Risale-i Nur’a ve gerekse kendisine çok sayıda işaret çıkarmıştır. Eserlerinden Âsâ-yı Musa ile Âyet-ül Kübrâ risalelerinin Celcelûtiye’de ismen geçtiğini ifade eder. Mâmafih, “Bi ta’dadi Ebrumin ve Simrâzi Ebremin / Ve behrete Tibrizin ve ummin Tebereket” beyitinde neredeyse ailesinin tüm efrâdının ve ortaya çıktığı bölgenin zikredildiği imâsı mevcuttur.

Zaten Hazreti Ali de “Makalu aliyyin va’bni ammi Muhammedin. Bi sırrı ulumin lil halaiki cummiat” diyerek, bu kasidenin dilli dilsiz, canlı cansız her mahlûka dair sırlar taşıdığını imâ ediyor.

Ebced ilmine gelince… O başlı başına bir alandır. O da çok eski bir tecrübeye dayanır. Bediuzzaman, onun Cifr denilen, bir parça İlâhî sevk ve vehbî ilim gerektiren bir dalını kullanmıştır. Ebced, her bir harfin bir adedî değeri olduğu kabulü üzerine bina edilmiş bir hesab metodudur. İlâhî metinlerin sadece mânâca değil, lafız ve hurûfun dizilişi bakımından da esrar ihtivâ ettiği esasına dayanır. İslâm âlimleri de tıpkı Tevrat âlimleri gibi ebcedi ve cifri kullanarak geleceğe dair mânâlar ve hikmetler bulmaya çalışmışlardır.

Bu ilimler biraz tatbikî ve tecrübî ilimlerdir. Herkese göre değildir elbet. Ama insanların merakını çekmeye devam etmiştir tarih boyunca… 

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bugünkü Avrupa Kültürü neyi ifâde ediyor? Bu kültür bir Müslüman olarak sizi ve ideallerinizi temsil ediyor mu? İslâm Medeniyeti, bir alt kültür olabilir mi?

Bu bana göre hem bizim için hem de İstanbul için bir züldür. Demek ki biz İstanbul’a hâlâ kendisi olma vasfını kazandıramamışız. Hiçbir şey olmasa, sadece minarelerin alemindeki ay ve yıldız bile bu şehrin Avrupa Kültür merkezi olmasına mânidir.

Hüdâ’ya dayanan Kur’ân Medeniyeti ile hevâ’dan kaynaklanan Batı Medeniyeti nasıl birbiriyle imtizac edecek ki, Kur’ân Medeniyeti’nin son merkezi olan İstanbul, Batı Kültürünün merkezi olsun.

Batı Kültüründen anladığım ne? Kısaca, “dünyevîleşme” diyeceğim. Her şeyin mülk cihetini temsil eder Batıcılık. Biz ise melekût cihetini de görmekle mükellefiz.

Âlem, ya “A”dır veya bir “harf”tir. Biz âlemi ve mahlûku “harf” biliyoruz. Ve “harf” ustasını, Sâni’ini gösterir.

Hâlbuki “A”, a’dan başka bir şey değildir. Kendi nefsine bakar. Her bir nesnenin üç ciheti vardır. Biri kendine bakar, biri Yaratıcı’ya bakar, biri Yaratıcı’nın onda geçerli kanunlarına bakar.

Kur’ân Medeniyeti son iki cihet üzerine inşâ etmiştir yaklaşımını. Batı Kültürü ise birinciye bakar. Her şeye kendi adıyla bakar ve onun Yaratıcı’sını göstermesine mâni olur.

Bu açıdan bakıldığında, İstanbul’un Batı Kültürünün merkezi hâline gelmiş olması, bir mağlubiyet ve gerilemedir. Yahut da bir zillettir. İstanbul’un gerçek mânâda Batı Kültürünün temsilciliğini ve merkezliğini yaptığı uzun bir dönem geçmiştir. Biz onu fethederek, ona İslâm Medeniyetinin özlerini zerk ettik. O da ondan muhteşem bir “Âsitâne” doğurdu. Adına da İslambol dendi.

Onu yeniden Batı’nın kültür merkezi hâline getirme çabaları, tâ fethedildiği günden beri devam ediyor. Nitekim, Byzantium1200.org, arkasına aldığı beş altı devletin maddî destekleriyle İstanbul’u, “1200 konsepti” çerçevesinde, dönüştürmeye çalışıyor. Biz de ona çanak tutuyoruz.

Çeşitli kademelerde bulundunuz ve birçok grub veya cemaati tanıma fırsatınız oldu. Genel olarak toplum yapımızı ve İslâmî camiayı nasıl görüyorsunuz?

Sağlıklı buluyorum. Zamanın ve zeminin toplumlara yüklediği arazlar bizde de mevcut. Meselâ, bu zaman ve zeminin, samimi ihlâsa ve müsbet ibadetlerin icrâsına müsait olmaması, tabiatındandır. O yüzden de bu gün şeytan taşlamak; yani menfiliklerle mücadele etmek, müsbetleri inşâ etmekten daha ehemmiyetli hâle gelmiştir.

Çok ibadet ve taatten ziyade, zaman günahlardan sakınma zamanıdır. Nehy-i anil münker, emr-i bil maruf’un çok önüne geçmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, cemaatlerde taat ve itaat hâllerinin çok görülmemesi bizi yanıltmasın. Elbette her bir cemaatin kendine göre zaafları da vardır ve olacaktır. Bütüne bakmak gerekir. Eğer genel gidişat itibarıyla bir cemaatin hâl ve duruşu Şeriat’ın zahirine aykırı değilse, onun varlığını sürdürmesine mâni yoktur. Değilse, zaten zamanın eliyle tard edilir.

Ben ümmetin muhtelif cemaatlere bölünmüş olmasından rahatsız değilim. Ama bu cemaatlerin aşağı tabakalarında yer alan ve diğerinin hakikatini bilmeyen mensublarının, mensub oldukları cemaatin haricinde kalan bütün yol ve meşrebleri tahkir etmesinden rahatsızım.

Bir bedenin tüm uzuvları elden ve ayaktan ibaret olamayacağına göre, herkesin kafa kol olması da gerekmiyor. Herkes bir vazife icrâ ederek, Kur’ân’ın İnsan-ı Kâmil’de olmasını murad ettiği hâli açığa çıkarıyorlar.

“Asya’nın Ayak Sesleri” kitabınızda yer alan “Kurtarıcı Öncüler” makalenizde, «…Âl-i İmran Suresinin 104’üncü âyetinde “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüklerden men eden bir topluluk bulunsun” emri verilir. Bu, muhatabı belirlenmemiş mutlak bir emirdir. Yani farz-ı kifâyedir. Şayet, bu görevi yapan bir topluluk yoksa, toplumun tamamı bu konuda İlâhî vebal altında kalır. Âyet dikkatle tetkik edildiği zaman, bu topluluğun, olağanüstü şartlarda ortaya çıktığını görmek mümkündür. Varlığının sebeblerini ve haklılığını, toplumun tefessüh etmişliğinden alan bu topluluk, gerektiğinde zor kullanarak –hattâ gerekirse illegal yolları da deneyerek, yani düzenin koyduğu kuralları yıkarak- bu ameliyeyi yapar…» şeklinde tarif ettiğiniz topluluk ve bu topluluğun misyonunu biraz daha açıklayabilir misiniz?

Bir Hadis-i Şerif’te Peygamber Efendimiz, meâlen, “Kıyamet kopuncaya kadar, İslâmı hak üzere zâhir yaşayacak bir taife bulunur” buyurur.

Bu gösteriyor ki, Müslümanların tamamının bütün taife ve gurublarıyla cihadın silahlı kısmını yapma zorunluluğu yoktur. Ama bir gurub bunu harice karşı Allah için yaparsa diğerleri de bu mesuliyetten kurtulur.

Elbette, cemaatlerin, cihad ve mücadele şekilleri konusunda farklı düşüncede olmaları mümkündür ve meşrûdur. Ben derim ki “dâhilde asayişten yana olmak lâzımdır”, siz dersiniz ki “haricî kuvvetlere karşı zor kullanmak gerekir”. Bu ikisi aynı şey olmasalar da, çok farklı da değiller.

Kezâ bir kısım cemaatler, cihadın bilinen usûl ve vasıtalarının bu gün de geçerli olduğunu söylemesine rağmen, Bediuzzaman “Biz, haricî cihadı, Kur’an’ın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale etmişiz” diyerek bu zamanda fikrî ve kültürel mücadelenin üstünlüğüne işaret etmiştir. Bu yaklaşım, elbette memleketinize veya imanınıza yönelik maddî bir saldırı olduğunda maddeten karşılık verilmeyeceği anlamına gelmez. Kastedilen, yani Bediuzaman’ın Kur’ân’a havale ettiği cihad, din adına yapılan cihaddır. Mülkünü ve hakkını ve hukukunu korumaya yönelik değil.

Türkiye’nin tarihî misyonuna dair hep iyimser bir görüş taşıdığınızı biliyoruz. Bunun sebebi, Bediüzzaman Hazretlerinin istikbâle dair ümitvâr oluşu mu? Bunun gerçekleşmesine ne kadar yakınız?

Evet ama, yalnızca o değil. Gelecekten ümitvâr olmamızı sağlayan sadece Bediuzzaman değildir. Kur’ân, Hadis-i Şerifler ve çok sayıda ehlullahın işaretleri ve imâları var ki, İslâm ağacı, kesildiği yerden yeniden neşv u nemâ bulacaktır.

Bir yığın zahirî sebeb de var. Sosyolojik açıdan da şu toplum eğer yok edil(e)memişse, hakkı vardır ki kaybettiği salabeti yeniden kazansın. Çünkü bu millet büyük mağduriyetler ve haksızlıklar yaşadı. Bazısı ahmak aptal, bazısı maksatlı bir yığın idarecisi tarafından hak etmediği derekelere sürüklendi. Mazlum ve musîb oldu.

Mazlum musibetzede, mağduriyetinin telâfisini ister. Bu da bir millet için, itibarının iadesini gerektirir. Hem de iade edilecek.

“Herkesî ki’o dûr mand ez asl-ı hîş / Bâz cuyed ruz-ı gâr-ı valsı hîş” dediği gibi Mevlânâ’nın, her şey sonunda yine aslına ve çıkış noktasına ircâ olunur. Bu Millet dahi, haksızlık ve hile ile kendisinden alınmış salabetini, saadetini ve maddî-manevî imkânlarını yeniden alacaktır ve hem de alacağının emareleri görülmeye başladı…

Meselâ sizin gibi bir topluluğun varlığı bile bunun gereklerinden biridir ki, millet, imanının şahametine kavuşsun!

Çok teşekkür ediyoruz.

Aylık Dergisi, Mayıs 2010

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi giriniz!